31 Mayıs 2007


Uzun zamandır şöyle haysiyetli bir rüya görmüyordum. Bu sabah gördüğüm rüya tüm zamanların en absürtlerinden olmaya aday oldu. Şöyle ki, bir sabah uyanıyorum ve bir bakıyorum ki dünyada -evet tüm dünyada- benden başka bir allahın kulu insan kalmamış. Bu durum hiç garibime gitmiyor ve nedense "Nooldu bu insanlara yahu" şeklinde bir düşünceye hiç takılmadan, hemen hayatta kalmanın yollarına bakıyorum. Fethiye'deyim, kış mevsimi, önce gidip kendime şöyle güzel bir palto ve bot alıyorum, dükkanlar filan boş tabii. Sonra "Ulan, inşallah hayatta kalmış bir erkek vardır, yoksa insanlık yok olucak, ama yahu ben de menapozdayım, hayallah nasıl olacak" filan diye derin derin düşünüyorum. Derken efendim, bir araba bulup İstanbul'a gitmeye karar veriyorum, hoş araba kullanmayı bilmiyorum ama nasılsa sokaklar boş, kaza yapsam da kimseyi öldürmem filan diye düşünüyorum. Sonra yiyecek işi kafama takılıyor, ama diyorum nasılsa yiyecek bol, etler metler bozulsa bile paket gıdalar uzun zaman dayanır, hiç bir şey kalmasa pirinçlere bir şey olmaz, yağ bulamazsam pirinç haşlar yerim filan diye planlar yapıyorum. Zaten hayvanlar hayatta ve bir silah dükkanı bulup silah edinip avlanırım şeklinde düşünceler de geçiyor aklımdan. İstanbul'dan sonra Avrupa'ya mı gitseem yoksa şöyle Ortadoğu'ya mı uzansam diye de düşünmüyor değilim hani, denizi aşamayacağım için Amerika'ya gidemeyeceğim ya! İşte böyle, görüntülerden çok düşünceler şeklinde bir rüya görmüş bulunuyorum. Yorumu da artık Freud mu yapar, kim yapar belli değil valla. Rüyaya bak!

Bugün akşamüstü Deniz'le çarşıya indik. İşlediğim bir şeyleri çerçeveciye verdik, oradan Yüncü Mehmet'e gidip iplik aldık, sonra gidip kumpir yedik. Biraz sahilde dolaştık, iyi geldi. Onbeş gündür evden çıkmıyordum. Yarın da sevk işleri filan var işte. Neyse ablam geldi İstanbul'dan arabayla gideceğiz, yarın biraz gezeriz de artık. Kan düşük olduğu için denize giremeyeceğim. Neyse sahilde oturmak bile yetebilir insana bir yerde.

29 Mayıs 2007

Sabahtan kan tahliline gittim, düşündüğüm gibi kanım düşük bayağı ama ilaçları almama engel olacak kadar değil. Yorgunluk dışında bir şey yapmıyor kan düşüklüğü ama yorgunluk da yetiyor insana bir yerden sonra.
Aşağıdaki yazım da Birgün'de yayınlandı. Yayınlanmayı bekleyen bir yazım daha var sırada, önümüzdeki günlerde onu da koyarım buraya herhalde.


Gülümse, yoksa ölürsün!

Diyelim ki, duyarlı bir insansınız. Belli bir yaştan itibaren dünya meselelerine kafa patlatmışsınız, haksızlıklara karşı çıkmışsınız, etrafınızda gördüğünüz aksaklıkları düzeltmeye uğraşmışsınız, belli bir politik görüşe sahipsiniz, "Ne olacak bu dünyanın hali, ne olacak bu memleketin hali" diye diye bir ömür geçirmişsiniz. Gün gelmiş Afrika'daki aç çocuklar için dertlenmiş-siniz, gün gelmiş kanadı kırık bir kuş için uğraşmışsınız, gün gelmiş kendi çocuğunuzun geleceği konusunda uykularınız kaçmış, gün gelmiş sokaklara çıkmışsınız, yürümüşsünüz, bağırmışsınız. Bütün bunların sonucu olarak haliyle, çok da neşeli, vurdumduymaz, uçtum akıllı biri sayılmazsınız. Ve günün birinde gittiğiniz doktor size demiş ki, "Maalesef kansersin!" Sonra da etrafınızdaki herkes hep bir ağızdan haykırmış: "Bu hastalıkta en önemli şey moral!" Hilafsız herkes bu cümleyi kuracak, hazırlıklı olun. Hazırlıklı olmanız gereken bir başka şey de şu: Bu moral işi ciddi bir endüstri halinde artık. Moralinizi sağlam tutmanız ve bunu nasıl yapacağınızla ilgili o kadar çok şey duyacak ve o kadar çok şey okuyacaksınız ki, başınız dönecek.
Sizden şimdiye kadar olduğunuz insan değil de başka biri olmanız istenecek gayet rahat bir şekilde. Kanser mi oldun? Gülümse, rahatla, kafanı takma, sana ne dünya meselelerinden, global ısınmadan, açlıktan, sefaletten, savaşlardan, sen kendini düşün, yalnız kendini düşün. Bak dünya aslında ne kadar güzel bir yer, kuşlar, kelebekler, çiçekler, böcekler! İnsanları sev, ne dedin katili, hırsızı, uğursuzu, eli kanlı Bush'u, Hrant'ı vuranları niye seveyim mi dedin? Olur mu öyle şey, onlar da insan evlatları sonuç olarak, sev onları, ayırmadan herkesi sev! Mümkünse kocaman bir sevgi kelebeği ol, acilen içindeki çocuğu ortaya çıkart, kalbini bütün insanlık alemine aç, derhal hümanist ol, böyle yüzünde kocaman, aptal bir gülümsemeyle bak dünyaya!
Mecbur musunuz? Evet, mecbursunuz, aksi halde ölürsünüz. Bildiğiniz gibi insanı öldüren kanser değildir, insan zaten kanserden ölmez, ona "Yenilir". Kanserden ölmek bir zayıflık, bir yenilmiştik olarak lanse edilir her zaman. Sizi öldüren kanser değil, moral bozukluğudur. Sizin suçunuzdur, ölmeyi siz istemişsinizdir, bugüne kadar sürdürdüğünüz hayat biçimiyle, yediklerinizle, içtiklerinizle kanseri de siz davet etmişsinizdir zaten. Kanserojen madde üretenlerin, meyveleri, sebzeleri hormona boğanların hiç suçu yoktur bunda, onlar üretmiş siz de bilinçsizce! tüketmişsiniz işte.
Sigara da içmişseniz hele, işte suçlusunuz, sigara üreticilerinin de suçu filan yoktur bunda, onlar üretir, kapitalizmin kuralıdır bu, siz bilinçli olun içmeyin, paketlerin üzerine bile yazıyorlar, daha ne yapsınlar yani. Koca koca nükleer santralları tepemizde patlatanların da bir suçu yoktur zaten. Nükleer santralın yanında yöresinde oturmayıveriniz efendim. Ne işiniz var oralarda. Hele ki, televizyonlara çıkıp, radyasyonlu çayları afiyetle içerken, "Bakınız ben içiyorum, ne radyasyonu efendim" diyen devlet büyüklerinin haşa huzurdan hiçbir kabahati yoktur.
Hemen her gün gazetelerde, televizyonlarda kanseri "Yenen" insanların hikâyelerini okursunuz. Bu hikâyelerin ortak tek bir özelliği vardır: Kanseri "Yenen" insanlar morallerini sağlam tutmuşlardır. Ben bu "Yenme" hikâyesini onkologların uydurduğundan ciddi ciddi şüpheleniyorum artık. Baktılar ki, kansere çare mare bulamıyorlar, suçu hastaların üzerine atıverdiler işte. Öldün mü? Yeterince sağlam değilmişsin demek ki, zayıf bir insanmışsın, direnememişsin. Kanser mi? Hücre mi? Hadi canım, sen yeterince direngen bir insan ol, hücrelerine laf geçir, ölme!

İşte odamın penceresindeki pek sayın kumru yumurtaları, sersem anneleri -ya da babaları bilemiyorum, camı açınca kaçıp gitti haliyle. Daha önceden çeşitli kumru yavrularıyla başım belaya girdiği için bu olaydan pek pastoral bir zevk alamadığımı itiraf etmem gerekiyor. Bunlar yumurtadan çıkacak, vıcır vıcır vıcırdayacak, hadi bakalım uçmaya çalışacak, uçamayacak, orasını burasını kıracak, uğraş dur yani.
Bugün unutkanlıkta son noktayı koydum ve yaklaşık dört yıldır kullandığım ve dahi bugün içinde yaklaşık beş kere kullandığım yahoo mail şifremi unuttum. Evet, resmen unuttum, neyse ki gizli sorumun cevabını -nasıl olduysa- unutmamışım da geri alabildim maili. Umarım bu şifremi de unutmam zaman içinde.
Yarın sabahtan kan tahlili var. Kanım düşük herhalde, yorgunluktan kurtulamadım bir türlü çünkü. Normalde bu zamanlar epey bir toparlanıyordum, pek kalkamıyorum yerimden. Neyse buna da şükür diyoruz haliyde. Bu hafta içinde sevk ve ilaç işlerimi de halletmem lazım geliyor. Onca ilacı nasıl götüreceğim İstanbul'a hiçbir fikrim yok. İlaçlar bir şey değil de serumlar çok ağır çekecek. Neyse, bulacağız bir çaresini.
Hava günlerdir kapalı ve yağmurlu ama sıcak. Geceleri bayağı bir serinliyor, daha balkonda pek oturamıyoruz. Yani oturulur da illa üste bir hırka filan giymek gerekiyor. Bir haftadır evden çıkmadan yaşıyorum, ablam olmayınca evden de çıkılmıyor haliyle. Bugün akşam üstü annem ve karşı komşumla balkonda oturmuş, kahve filan içiyorduk. Hava böyle serin, sessiz, kuş sesleri filan. Ay, dedim ben artık İstanbul'da filan yaşayamam. Gidiyorum zaten üç gün yetiyor bana. Başım dönüyor kalabalıktan, gürültüden resmen. Zaman nelere gebe bakalım. Şu oğlan hayırlısıyla okulunu bitirip doğru dürüst bir lise kazansa başka bir şey istemiyorum.

27 Mayıs 2007

ABD'de yapılan bir araştırma kemoterapi gören hastaların, odaklanma, hatırlama ve aynı anda bir kaç işi birden yapabilme sorunları yaşadığını ortaya çıkarmış. Kemoterapi ilaçları beyin kimyasını da etkiliyormuş çünkü. Eh etkiler, her bir yeri etkiliyor da beyin kimyasını niye etkilemesin yani. Bunu www.kanseregulumsemek.org adlı bir sitenin forum sayfalarında okudum. Bence doğru bir araştırma olmuş çünkü ben de epeydir, hafıza ve odaklanma sorunları yaşıyorum ciddi ciddi. Kafa böyle bir dünya halk dilinde söyleyecek olursak hani yani. Niye her şeyi unuttuğumu merak eden aile efradına da okutmak lazım bu araştırmayı tabii. Benden artık bazı konularda ne köy olur, ne kasaba, buna alışmaları lazım bir an evvel.
İkinci doz ilacı almak iyi oldu olmasına da, bugünlerde kendimi biraz topluyordum, toplayamadım bu defa. Bir şeyler yemeye de başlıyordum, yiyemiyorum filan. Yani yiyorum da hani ölmemek için. Oysa ki canım neler istiyor neler, yiyeceğim diye oturuyorum sofraya, yemek önüme gelince bir burun kıvırma hali hasıl oluyor. Bugün uzun bir aradan sonra un kurabiyesi yaptım, fena da olmadı. Neyse yarın Pazar, yine yaparım bir şeyler. Bugünlerde bütün gün bilgisayarda oyun oynama hastalığına tutulmuş vaziyetteyim. Aslında hiç sevmem oyun ama bazen böyle bir oyuna takılırım, günlerce oynarım. Bir aralar Zuma diye bir oyun vardı, durmadan onu oynuyordum. Bütün levelleri bitirince tadı da kaçtı tabii oyunun, bıraktım. Bir site buldum, küçük flash oyunlar var değişik değişik onları oynayıp duruyorum. Ne yapayım, bütün gün yat, yuvarlan nakış işle, zaman geçmiyor.
Bugün neredeyse bir yıldır ilk defa şöyle haysiyetli bir yağmur yağdı, gök gürültüsü ve şimşekler eşliğinde. Eskiden hemen elektrikler kesilirdi böyle yağmurlarda bir süredir kesilmiyor artık. Geçen günkü fırtınada kesilmişti ama normaldir. Karşımızdaki yeni yapılmış bir evin bütün damı uçmuş o fırtınada, yeniden yapıyorlar damını şimdi. Hale bak, yepyeni inşaat, damı uçuyor, nasıl yapmışlarsa artık bravo yani.

23 Mayıs 2007

İşte geçenlerde Birgün'de yayınlanan yazım. Bakalım yenisini ne zaman yayınlayacaklar.


Zenginler direnecek töre bitecek

Töre cinayetlerini hemen hepimiz biliyoruz. Babalarının, ağabeylerinin, aşiretlerinin istemediği insanları hasbelkader sevip, evlenen, ilişkiye giren, kaçan, hamile kalan ya da bizzat babaları, ağabeyleri, amcaları, aşiretleri tarafından tecavüze uğrayıp namusları kirlenen! kızların, kadınların, ailece meclisi tarafından verilen kararla yine bir aile üyesi -ki genellikle küçük erkek kardeş oluyor bu- öldürülmesine deniliyor. Bilmiyorum var mıdır ama ben şimdiye kadar töre cinayetine kurban giden bir erkek duymadım. Töreler kadınlara işliyor. Bu sadece Türkiye'de de olmuyor, başka kılıklar altında başka ülkelerde de var. Kadınların recm edilmesi, kırbaçlanması, öldürülmesi vs. Gözümüzün önünde, sokaklarda, sığındıkları yerlerde, hastanelerde öldürülen kadınlara tanık olduk, olmaya da devam edeceğiz gibi görünüyor. Yüzyıllardır süren bir vahşetin sonu nasıl gelir bilinmez.
İşte tam da bu noktadayken ve "Bu işin çözümü nerede olur acaba, toprak reformu mu, devrim mi, evrim mi, eğitim mi?" filan diye kara kara düşünürken, artık hepimiz rahat bir nefes alabiliriz. Pek sayın senaryo yazarlarımız töre cinayetlerinin köküne kibrit suyu ekmeye başladılar bile ucundan kan damlayan kalemleriyle.
Sıla isimli TV dizisinden söz ediyoruz. Başladığı günden beri izlenme rekorları kır-masa da hani bir Aşmalı Konak, bir Kurtlar Vadisi filan gibi, yayınlandığı günlerde genellikle gün birincisi çıkmayı beceren, derli toplu, eli yüzü düzgün, oyunculukları fena olmayan, müziği güzel, yani "izlenesi" bir dizi Sıla.
Küçükken para için zengin (bu arada zenginlik öyle böyle değil, bir Koç, bir Sabancı düşünün o düzeyde yani) insanlara satılmış Sıla'nın doğduğu topraklara yaptığı bir gezinti sırasında, berdele kurban gitmesiyle başlayan bir serüven. Bu hanım kızımız önce evlendiği ağa beyimize dirense de sonradan aşkın kucağına düşünce olanlar oluyor haliyle. Eh ağa beyimiz de bey hani. Uzun boylu, yakışıklı, esmer, kültürlü, iki dil bilen, ODTÜ Matematik bölümünde okurken babasının hastalanmasıyla kendini ağa olarak bulmuş, çağdaş düşünceli, romantik, esprili, ince, hani öyle böyle değil, her genç kızın rüyalarını süsler kendisi, hatta rüyada görmek için genç olmaya bile çok ihtiyaç olmayabilir, o derece diyelim.
Bu iki gencimiz birbirlerini seviyorlar sevmesine ama bir depresyon anında Sıla kızımız, Boran ağamızdan kaçınca şu kahrolası töreler başlıyor işlemeye. Çıkıyor mu ölüm emri, çıkıyor ve cesur ve aşık ve aynı zamanda hamile olan Sıla'mız töreye direnmeye karar veriyor. Çözüm mü? Çok basit! Alırsın memleketten bir ton arazi, kurarsın üstüne birkaç tane fabrika, doğum evi, efendime söyleyeyim, okul, etraftaki işsiz insanlara verirsin iş, biter töre!
Töre bitecek bitmesine ama, bir de kötü Cihan ağamız var ki, o tam dayaklık bir kişilik, böyle direnmese, böyle inat etmese, bıraksa Sıla'yla Boran'ı ve de yan kişilikleri, kursalar şu fabrikaları herkes çalışsa, evine ekmek götürse, hayat bayram olsa! Fabrikaları bombalamasa, onu bunu öldür-mese, şöyle yola gelse, iyi bir insan olsa ama nerde? Cihan ağamız köhnemiş bir kişilik olarak bütün bu yeniliklere karşı çıkmakta, eski köye yeni adet istememekte ve de aslında ne kadar vizyonsuz bir insan olduğunu da hepimize göstermektedir.
Boran ağamızın babası da "eski"nin bir şablonu olarak sunulmaktadır bu arada ama hadi ihtiyarlığına verelim o kadar da kötü bir insan değildir. Yani yola gelecektir, muhtemelen son nefesini verirken kızımıza haksızlık ettiğini, bu törelerin aslında çok kötü şeyler olduğunu itiraf edecektir.
Tabii bu yapılan çalışmalar o kadar da boru değildir, bir yandan da meyvelerini vermektedir. Artık hakkında ölüm fermanı çıkmış olan kadınları öldüren herkes arkasından bir kurşun da kendine sıkmaktadır. Bu da bir ilerleme, törelere ve aşirete direnme, bir başkaldırmadır bir yerde.
İşte burada Sıla'nın direnmesi, taviz vermemesi ve başladığı işi bitirmesi gerekmektedir. Zenginler direnecek ki töre bitecek. Bilim insanlarının, sosyologların, psikologların, eğitimcilerin patlattıkları onca kafaya rağmen bir türlü akıllarına gelmeyen çözüm bu kadar da basit.
Bazen düşünüyorum da bu yazdıkları garabetlere kendileri de inanıyorlar mıdır acaba diye. İnanıyorlardır muhtemelen. Şimdi sorsan, "Efendim biz, eskiyle yeninin, köhneyle modernin, köyle kentin sosyolojik olaraktan karşılaştırmasını yapıyoruz" filan derler. "Törelere karşı geliyoruz, daha ne istiyorsunuz" da diyebilirler tabii.Yazık, töre cinayetlerine kurban gitmiş onca kadının kemikleri sızlıyordur, yapmayın etmeyin efendiler. Başka bir şey istemiyoruz.


Şu mahut ikinci doz ilacı alabildim sonunda. Başından beri trombositlerim düşük çıktığı için alamıyordum, bugün yapılan kan tahlilinde trombsitler gıcıklık etmedi neyse ki. Devlet hastanesinde ilaçlandım, eve geldim. İyi oldu, yeğenimin dediği gibi kemoterapi olabildiği için sevinen tuhaf insanlarız vesselam. Biraz mide sıkıntısı dışında bir şeyim yok, zaten mide ne zaman iflas bayrağını çekecek bekliyorum bakalım. Yalnız ilaçlarda sıkıntı yaşayacağım, raporum 21 günde bir ilaç almak üzerine, şu anda 6. kemo için bu ilacı alma hakkım kalmamış durumda ama eczacı yaparız bir şeyler veririz ilaçları demiş ablama. Pazartesi günü gidip bakacağım ne yapabiliriz ne edebiliriz filan diye. Bir şeyler yapmaları lazım, çünkü bugün aldığım ilaçlar toplamda neredeyse 500 ytl'ye geliyor. Hoş bu yine ucuz reçete, üç haftada bir kullandığım reçete çok daha pahalı çünkü. Sadece beş tane kan ilacı 1000 ytl. Babacım nur içinde yatsın, onun sigortası sayesinde oluyor bütün bunlar.
Geçenlerde Birgün gazetesinde yeni bir yazım yayınlandı. Kaybolmasın, etmesin diye buraya almak istiyordum ama yazı ablamın bilgisayarında ben de yukarı çıkmaya üşeniyorum şimdi. Neyse artık yarın koyarım. Dün de başka bir yazı yazıp yolladım. Bu laptop iyi oldu yahu, sayesinde yazarlık kariyerine başladım valla. Bir arkadaşım yazıları neden Radikal 2'ye göndermiyorsun diye sordu geçenlerde. İstemiyorum ben, hem Birgün'le ciddi bir gönül bağım var, hem de o gazetelerdeki kastları aşmak çok zor, neredeyse imkansız, yazım yayınlansın diye bir sürü maymunluk etmek bana göre olmasa gerek.
Biraz önce CSI Las Vegas'ı seyrettim ve Las Vegas'ı görmek istediğime karar verdim. Herhalde dünyanın en kitsch (böyle mi yazılıyordu emin değilim valla) şehri, ama ben severim kitsch. O yapay yapay oteller, renkli renkli kumarhaneler, çölün ortasında garabet bir şehir, ilginç olsa gerek. Şu İstanbul işi olur da ablam para kazanırsa alacağım paraları elinden gezeceğim valla :) Ama önce Paris, gidip Luksemburg bahçesinde bir kestane ağacının altındaki bankta oturup, Mado ve Sergey'i düşüneceğim. Mado ve Sergey, Paris Düşerken adlı romanın baş kahramanlarıdır. Mado gayet küçük burjuva bir ev kadınıyken Sergey sayesinde direnişçilere katılır, ne aşık olmuştum Sergey'e. Başını geri atıp, gözlerini kısarak gülümserdi, öldüğünde zırıl zırıl ağlamıştım. Bir de Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da ağlamıştım o kadar. Sonra ağlamaz oldum romanlarda, filmlerde. En son Grey's Anatomy dizisinde ağladım sevdiğim bir karakter öldüğünde, çok dokunaklıydı ama ağlamamak mümkün değildi.
İşte böyle. Yarı sıkıntı, yarı bıkkıntı, yarı neşe, yarı öyle böyle derken hayat geçiyor. Ne demiş atalarımız "Kaderimse çekerim!"
Fotoğrafı internetten buldum. Kedinin yüzündeki ifade çok komik ya.

20 Mayıs 2007

Karnım aç, karnım aç... Saat 18:00, bir sürü şey pişiresim var ama üşenmekten de ölüyorum aynı zamanda. Portakal Ağacı'na bakıp, şunu mu yapsam bunu mu yapsam diye yalanıp duruyorum bir yandan. Dur bakalım şimdi mutfağa gideyim ve bir şeyler yapmaya çalışayım. Ya bu kan iğneleri ya da içtiğim vitamin (Macaristan'dan geldi, oldukça faydalı bir eser) sayesinde midir nedir hiç bu kadar açlık çekmemiştim yahu. Ağzımın içi leş gibi, hem açım hem de bir halt yiyesim yok. İmdat diyorum başka da bir şey demiyorum hani yani...
(Saat: 00:15) Sucuklu ve kaşarlı poğaça pişirdim, bir sürü yedim, üzerine yarım paket çitos ve bir pakete yakın çikolata yedim hala açım yahu! Neyse, artık iyi mi kötü mi bilemiyorum!
Dünkü acayip fırtınadan sonra bugün Digitürk bozulduğu için oldukça sessiz ve sakin bir pazar günü geçirdik. Meğer dün Çiftlik tarafında yangın çıkmış, maşallah Fethiye'de yaşayıp, yangın haberini internetten öğrenmek de takdire şayan bir durum oldu tabii. Dün bütün gece elektrikler bir geldi bir gitti, televizyon da yoktu, biraz okuyup uyuyayım diye verdim bünyeye bir zanaks, öğlen ikiye kadar uyumuşum haliyle.
Orhan Pamuk'un İstanbul kitabını bitirdim. Çok hoşuma gitti, çok güzel yazmış. Kara Kitap'tan sonraki -Kar hariç- hiçbir romanını sevmemiştim Pamuk'un ama bu oldukça güzel. Kıskançlıktan çatladım tabii, öyle güzel yazabilmek isterdim. Benim çocukluğum da onun anlattığı yerlerde geçti, birebir aynı yerde, aynı sokaklarda hemde, hatta ilkokulu da aynı okulda okumuşuz, ama ben etrafımı asla onun gördüğü gözlerle görmemişim, bunu farkettim okurken.
Pati bey gitti. Geçen gün gözümün önünde 4 yaşlarında bir kız çocuğuna fena halde saldırınca barınağa göndermekten başka bir çaremiz kalmadı. Elinden zor aldık kızı. Niye böyle saldırgan olduğu hakkında da en küçük bir fikrim olamadı yani. Bayağı bir üzüldüm ama başımıza çok daha büyük dertler açacaktı. Neyse, veterinerle konuştuk ve bu saldırganlığı sayesinde bekçi köpeği olarak iş bulabileceğini ve ona iyi bakacaklarını söylediler. Bu konuda düşünmek de yazmak da istemiyorum aslına bakarsanız. Bir süre hayvan lafı filan duymak da istemiyorum. İstemiyorum da salak kumrunun teki geldi penceremin içine yuva yapıp iki tane de yumurta peydahladı. Hadi bakalım uğraş dur.
Sabahın köründe gelen edit. Bütün gece uyumadım, tam uyuyordum feci bir diş ağrısı başladı, gece gece ağrı kesici içmek zorunda kaldım, sonra da uyuyabilirsen uyu bakalım. Ne yapacağım bu dişi hiç bir fikrim yok, doktorum Ömerim, kanın yükselince gidip çektirebilirsin demişti ama, daha önce konuştuğum diş hekimi de hiçbir dişçinin beni ellemeyeceğini söylemişti. Bakalım nasıl idare edeceğiz, hep bundan korkuyordum, her bir ağrıya dayanabiliyorum da diş ağrısı çok fena bir şey yahu, ağrı kesici de nereye kadar!
Şimdi uyursam da akşama kadar uyuyacağım. Sonra yine başlayacak kısır döngü of of...

16 Mayıs 2007

Eve döndüm. Doktorum Ömerim, kemonun 2 tane daha uzayacağını söyledi. Böylece kaldı bir derken kaldı üç diyeceğiz artık. Toplam sekiz tane yapacaklar, sekiz tanenin sonunda bir tomografi çekilecek ve duruma göre uzatmaya ya da kesmeye karar verecekler. Sekizde bırakacak mısınız yoksa allah ne verdiyse mi dedim Ömere, sen tolore etmeye devam ettikçe allah ne verdiyse olabilir dedi valla.
Yoruldum yav. Uçak çok kalabalıktı. Bütün yol boyunca kitap dergi okudum. Pazartesi, kadim arkadaşım Muzo'yla Mahmutpaşa'da gezdik ve onu bilemem ama ben çok eğlendim, bütün nişanlıklara, gelinliklere baktım ve şunu mu giysem, bunu mu giysem diye bayağı bayağı eğlendim. Elbiseler de evlere şenlikti hani yani. Neyse, Kürkçü Han'a bir girdim ki, valla bu memlekette üç yıl bir yere uğrama, sonra hiçbir şeyi yerinde bulamıyorsun. Kürkçü Han olmuş sana gelinlikçi ve doncu, yüncüler ikinci kata çıkmış, nakış ipliği satan da tek bir yer kalmış. Neyse tanesi 50 kuruştan bir sürü iplik aldım renk renk. Benim hızımda nakış işleyen biri için tanesi 2 liraya nakış ipliği biraz fahiş oluyor yani. Bir de şarjlı pil aldım, dört tanesi yedi liradan, burada iki tanesi on lira maşallah, fotoğraf makinesini hayata geçirmek lazım artık çünkü. Bugün bir de eve kaymaklı ekmek kadayıfı ve simit taşıdım. Özlemişler bizimkiler, Deniz bey oturdu üç tane simidi yedi, zaten İstanbul'dan bir tek yemek çeşitlerini özlüyorum ben.
Dün bütün gün hastanede geçti. Beş tane serum yiyince haliyle akşamın beşine kadar kalıyorum hastanede. Bugün de canım arkadaşım Selma'yla öğlen yemeği yedik. Sonra da eve dönüş yoluna döküldüm işte. Neyse, bu da bitti bakalım. Üç hafta sonraya allah kerim artık. Giderken artık hiç tekerlekli sandalye filan istemiyorum, ama dönüşte istiyorum. Yorgun ve ilaçlı olunca o yolları yürümek gözümde büyüyor. Bir de tek çantayla gidip, elime bir çanta daha almayı başarıyorum yani, o bakımdan. Yarın bütün gün uyur dinlenirim artık.

13 Mayıs 2007

Anneler Günümüz kutlu ve de mutlu olsun. Oğlumdan bir parfüm geldi, pek hoşuma gitti. Her ne kadar "Efendim tüketimi artırmak için icat edilmiş bir gündür" filan diye ahkam kessek de insan bir hediye, bir çiçek filan bekliyor işte. Yarın yine İstanbul yollarına döküleceğim. Beşinci kemoterapiyi de ifa edeceğiz bakalım. Bitiyor artık filan diye düşünüyordum ama muhtemelen iki üç tane daha yapacaklar, bakalım, herhalde altıncıdan sonra da bir tomografi çekilecek ve o zaman devam edip etmemeye karar verecekler.
Günler rutin akıp gidiyor. Bütün gün oturup nakış işliyorum aman iyi oluyor, hiçbir şey düşünmeden tırnım tırnım işleyip duruyorum işte. Yarın bir de Kürkçü hana gidip kendime bol bol nakış ipliği almayı düşünüyorum. Burada çok pahalı, küçücük bir kukayı iki liraya satıyorlar yahu. Neyse, Kürkçü handa ucuzdur muhtemelen. Her renkten ikişer üçer alayım da, başladığım işler iplik bitti diye yarım kalmasın artık.
Havalar da bir acayip yahu, ne sıcak, ne soğuk. Ayın kaçı oldu daha denize giremedik yani. Bir de dişim ağrıyor ki sorma gitsin. Kendimi ağrı kesicilere boğmuş durumdayım. Dişçiye de gidemem, ne halt edeceğimi hiç bilmiyorum bu konuda. Bir süre sonra ağrı kesiciler de para etmeyecek çünkü. Neyse, o zaman gelsin elbet bir şey düşünürüz. Şimdilik yaşasın Apranax Fort diyoruz. Bugün böyle bir sıkıntılıyım. Sabah resmen tersimden kalktım, herşeye bağırıp çağırdım biraz sakinleştim.

10 Mayıs 2007

Bugün Birgün gazetesinde bir yazım yayınlandı. Uzun zamandır basında yazım çıkmıyordu, gördüğümde acayip sevindim, mutlu oldum. Yazıyı buraya da alıyorum.

Bir varoluş hali olarak “Kanser”

Sizi öldüren şey aynı zamanda var edebilir mi? Bilmiyorum artık Zen Budizm midir, yoksa diyalektik olarak “Karşıtların birliği” midir? Felsefi olarak nereye oturtacağımı bilemeden son dört yıldır gözlemlediklerime bakarak tamamen benim uydurduğum bir şey midir ama diyebilirim ki “Ben bunu gördüm”. Nerede gördüm? Hastanede tabii ki.
Hastanede çok kadınlar gördüm, görüyorum. Onkoloji servisinde olduğumuz için aramızda kanser olmayanımız yoktu haliyle. Ağlayan sızlayan çoktu, başına geleni metanetle karşılayanlarımız da vardı, neye uğradığını bilmeyenlerimiz mebzul miktardaydı ama bütün açıkta olan duyguların altında benim hissettiğim belli belirsiz bir memnuniyet duygusu en şaşırtıcı olanıydı. Ne kadar garip değil mi? Hiçbir hastalık kanser kadar kötü olamaz bunu baştan belirteyim. İyileşme umudunuz olsa bile, hatta iyileşseniz bile, yine bir hastanın çok isabetle belirttiği gibi “Tedavisi kendisinden kötü” bir hastalık bu. Uzun, zor, sıkıcı ve detaylarına girmek istemediğim bir tedavi sürecinden geçiyorsunuz ve tam olarak iyileşip iyileşmediğinizden hiçbir şekilde emin olmanız mümkün olmuyor. Bunu doktorlarınız da dahil olmak üzere hiç kimse bilmiyor zaten. Peki böylesi bir durumdan memnun olmak mümkün mü? Evet, mümkün. Bunu, kolunda serum, etrafında iki yetişkin çocuğu ve kocası, bir tanesi ağzına bisküvi yedirirken, kocası meyve suyunu içiren kadının gözlerindeki ışıkta gördüm ben. Kadın mutluydu, çünkü oldukça büyük bir ihtimalle hayatında ilk defa bu kadar yakın bir ilgi ve ihtimama, sevgiye maruz kalmıştı. Kendisini ilk defa “Var” hissediyor, ilk defa “Hadi bakalım ben ölürsem ne halt edeceksiniz” sözünün gerçek bir anlamı oluyordu. Hayatında ilk defa “Şımarma”, “Nazlanma”, “Sızlanma” hakkı olan kadın da haliyle o durumda bile mutlu olur. Bu hali pek çok kadında gördüm. Erkekleri bilemeyeceğim, çünkü benim tedavi gördüğüm hastanede kadın hasta sayısı erkeklerden çok daha fazla. Olan bir iki tanesi de zaten başına geleni kabullenme konusunda kadınların yanına bile yanaşamayacak haller sergiliyorlardı ki hiç oralara girmeyeyim. Zaten feminist bir insan olarak haliyle kadınlarla daha fazla alakadar oluyorum onu da hemen belirteyim.
Evet, kanser kadınları var ediyor, kanser kadınlara kendilerini bir kişi-insan olarak ortaya koyma hakkını otomatikman ve hiçbir sorguya mahal vermeden veriyor. Kanser kadınları mutlu ediyor. Kendileri de bunun farkında değiller haliyle ama içlerinde bir yerde ilk defa orada (belki hastanede evet) olduklarını, mühim olduklarını, hayatta bir yer kapladıklarını, varlıklarıyla pek çok insanı etkilediklerini görüyorlar. O güne kadar öküzlükleriyle içlerine fenalık getirmiş kocaları etraflarında pervane oluyor, hayırsız evlatlar bir anda sevgi kelebeği kesiliyor. Bunun da tabii aslında çok bencilce bir yanı var evlatlar ve kocalar açısından. Evlatlar ve kocalar kadın gittikten sonra ne halt edeceklerini bilemiyorlar ne yazık ki. Bir yerlerde okuduğum ve şimdi hangisi olduğunu unuttuğum bir araştırmaya göre eşleri ölen kadınlar kendilerine yeni bir yaşam kurmakta erkeklerden çok daha başarılı oluyorlar çünkü. Erkek öldükten sonra kadın kendi düzenini öyle ya da böyle kuruyor. Evinde yalnız yaşamayı, çocuklarıyla ilgilenmeyi, çalışmayı onu bunu başarıyor ama erkek bunu yapamıyor. Ona ille de ille bir kadın lazım geliyor. Elinin altındaki kadın da ona “Ehm, görüyor musun kanser oldum, her an ölebilirim” dediği zaman paniğin büyüğü başlıyor. Çamaşırları kim yıkayacak, yemeği kim yapacak, çocukları kim uyandıracak, besleyecek, büyütecek? Hadi haksızlık etmeyelim çok, sevgi faktörü de var işin içinde ama çocuklar açısından. Kocalar açısından sevgiden çok yalnız kalma paniği ağır basıyor.
Çevrenizden de görmüşsünüzdür eşi ölen kadınların çoğu yeniden evlenmez, eğer çok çok muhtaç değilse, ekonomik anlamda kendine yetebiliyorsa, çok da genç değilse eğer yalnız yaşamayı tercih eder ama erkek öyle değildir, kaç yaşında olursa olsun, ekonomik anlamda ne olursa olsun yeniden evlenmeye bakar, eşi ölen erkeğe çevresi de hemen bir hanım bulmaya soyunur, hani başımızdan gitsin hesabı.
Kanser olan kadın yeniden doğuyor. Onu kolayca öldürebilecek süreç bir yeniden yaratım-doğum-varolma sürecine dönüveriyor çok tuhaf ve belki de benim anlamakta ve anlatmakta zorlandığım bir şekilde. Belki psikiatrist olsam çok daha anlaşılabilir cümleler kurabilirdim bu kadınlık hali karşısında. “Ben varım” demenin hiç tavsiye edilecek bir yöntemi değil belki ama kanserden bile bir mutluluk payı çıkarabilmek mümkün işte. Kadınlar da bilinçsizce çıkartıyorlar bu payı. İyi ki de çıkartıyorlar.

09 Mayıs 2007

Bugün gittim kendime taksitle bir laptop aldım, rahat ettim. Artık sandalyede oturmak zorunda olmamak güzel. Bilgisayarla olan bağlantım kopmuştu resmen, neyse iyi oldu. Bayağı da güzel bir alet. Hoşuma gitti çok.
Havalar ısındı bayağı, ama bugün bir açtı, bir kapadı, bir ara ufak ufak yağmur da atıştırdı ama sıcaktı. Şu kemoterapiye gitmeden bir denize girsem iyi olacak ama hala daha öksürdüğüm için hayatta sokmazlar beni denize anne ve abla tayfası. Dün akşam ablamla çıktık, Çalış'ta Şat diye çok güzel bir restoran açıldı oraya gittik, iki şişe şarap içip bir sürü yemek yedik, yemekler de güzeldi. Orası hoş bir yer oldu zaten, fiyatları da gayet ehven, yemekler iyi, ortam güzel, çalan müzik güzel. Neyse, bozulmaz inşallah. Sonra oradan çıkıp, Paspatur'a Türkü Bar'a gittik. Ne zamandır yapmıyorduk böyle bir şey. Sabahın dördüne kadar oturup türkü dinledik. Çalan çocuklar da bayağı iyi çalıyorlardı, güzeldi yani. İyi geldi ruha bedene. Bugün de kan tahlilim vardı onu yaptırdım, yarın da şu Didem hanıma söz verdiğim kemik ilacını alacağım hastaneye gidip. Fethiye'de port iğnesi bulunmadığı için yine kolum delinecek. Bugün zaten kan alacağız diye üç yerimden birden deldiler. En sonunda tecrübeli bir hemşire gelsin dedim de daha fazla delinmekten kurtuldum. Bu İstanbul'a gidişimde yedek port iğnesi alayım bari de böyle durmadan delinmekten kurtulayım.
Bu akşam da Deniz ve Jale'yi Tatlıtest'e kebap yemeye götürdük. Spiderman 3 başlamış ona gidelim dedik ama seans 21:00'daydı, geç olacağı için yarın 18:00 seansına gitmeye karar verdik. Spiderman'ı hayatta kaçırmam, ne zamandır sinemaya da gitmiyordum, iyi olacağı kanaatindeyim nitekim. Böyle böyle zaman geçiyor işte. Bu laptop işi iyi oldu ama, rahat rahat yazılarımı da yazabileceğim. Burayı da daha sık güncellerim artık.

03 Mayıs 2007


Neyse, bugün biraz açtım gözümü. Öksürük bayağı bir dinmiş görünüyor, nezle de kesildi gibi. On gündür perişan oldum yahu. Yine de bugün de çıkmadım pek yataktan. Oturdum Birgün gazetesi için bir yazı yazıp yolladım, Perşembe günü yayınlayacaklarını söylediler. Bakalım, yayınlansın buraya da koyacağım hani bu defa kaybetmeyeyim diye. Bugüne kadar bir sürü yazım yayınlandı basın yayın organlarında valla bir tanesi bile yok elimde. Ne biçim bir insansam hiçbir şeyi saklamadığım gibi kendi yayınlanmış yazılarımı bile saklamamak gibi bir huyum var işte. Allahtan artık internet var da bundan sonrakileri saklamayı beceririm bari!
Hayat rutin rutin gidiyor işte. İki tedavi arası oydu buydu yaşıyorum. Ablam İstanbul'da o yüzden çıkıp gezemiyoruz da, hoş burada olsa ne olacaktı acayip hasta oldum. Dün Ömeri arayıp 4 yıldır sızlanmadığım kadar sızlanıp şikayet ettim valla.
Geçen gece rüyamda, ablamla yeğenin evindeymişiz, ben of çok sıcak oldu diye mutfağa gidip doğalgazı kısmak istiyorum, mutfağa gidiyorum bir de ne göreyim, buzdolabının kapağı açık ve içinde çıplak bir kadın, kadın bağırıyor "hayır, hayır burada bir kadın yok" diye. Sevgili arkadaşım Freud buna ne derdi bilemiyorum. Acaba içimdeki kadın buz mu tuttu, bünye böyle bir şey mi anlatmaya çalışıyor diye de düşünmedim değil hani amatör psikolog olaraktan. Neyse içimdeki kadını arayan yerlerim de ağrıyor yani söylemeden edemeyeceğim valla. Ama muhtemelen gece ateşim çıkmıştır, kendimi buzların içine atmak istemişimdir, fazla da derinlere gitmeye gerek yok yani hani.
Ablam gidince dizüstü bilgisayar bana kaldı, pek de güzel oldu. Benim monitör arıza yaptı çünkü. Bir de böyle yatarak bilgisayarla muhatap olmak pek rahat oluyor ne diyeyim. Deniz bey, daha iki ay önce alınan bilgisayarına binlerce virüsü sokmayı ve sonunda çökertmeyi başardığı için o da bilgisayarsız. Ben de biraz inadına götürmüyorum tamire, aklı başına gelir belki, hiç sanmıyorum o ayrı tabii.
On günde dört kilo vermeyi de başarmış bulunuyorum bu arada. Yıllardan beridir ilk defa 58 kiloyu gördüm bugün. İyi değil aslında ama kemoterapiden sonra zaten zor zahmet bir şeyler yiyebiliyorum, böyle grip olunca hiçbir şey yiyemedim haliyle. Günlerdir sadece sıvıyla idare ediyorum. Neyse, bugün ağzımın tadı da biraz düzelir gibi oldu, sabah bir tost yiyebildim. Ama açım yahu. En kötüsü de bu zaten, açsın ve yiyemiyorsun. Home Tv'deki yemek programlarını seyredip yalanmaktan bir hal oldum valla billa. Birkaç gün sonra önüme ne gelirse yemeye başlarım. Bu da başka bir olay oluyor, günlerce süren açlıktan sonra ne yesen doymuyorsun, hep böyle miden kazınıyor. Neyse bunlar da gelir geçer, mühim olan enseyi karartmamak.
Fotoğraf, tarihin en pahalı Gemiler gezisinden. O fiyatlarla orada bir daha çay filan içilir mi onu da bilmiyorum bak.


01 Mayıs 2007

Kemoterapi'den döndüğümden beri acayip hastayım. Köhür böhür öksürüp duruyorum, neyse sorun sadece boğazımdaymış, ciğerlerimde bir şey yokmuş. Günlerdir kafamı kaldıramıyorum yahu, ne mikropsa artık. Bağışıklık da düşüyor haliyle, neyse bugün az biraz daha iyiyim, antibiyotik içiyorum mecburen. Öksürmekten yoruluyor insan, resmen karın ve bel kaslarım tutuldu. Günlerdir yatakta yatıp öksürmekten başka bir şey yapmadığım için yazacak bir şey de yok haliyle. Memleketin hal-i pür melali konusuna hiç girmek istemiyorum çünkü acayip sinirim bozuluyor (yeğenim küçükken sinirliyim bozuluyor derdi). Neyse gitsinler bakalım seçime, AKP daha da güçlenerek çıkmazsa bu seçimlerden ben de kel olayım! O zaman ne bahane bulacaklar bak onu da merak etmekteyim hani yani! Aslında atılan darbe çığlıklarına en güzel cevabı komşum verdi geçenlerde "Ben o günleri yaşamadım ama hem o günleri yaşayıp, hem de darbe isteyenlere çok kızıyorum" dedi. Gayet güzel bir biçimde ifade etti bana kalırsa durumu, fazla söze gerek yok yani.
Ben biraz daha öksüreyim, Oz'u seyredip uyurum artık.


View My Stats