12 Ocak 2007

Pek severdim bu diziyi, hiçbir bölümünü kaçırmadan, nefes almadan seyrederdim. Bir tane sarışın bir adam vardı ona hastaydım. Galiba sarışınları sevmem sevmem deyip, durmadan sarışınları beğenmek de bana has bir durum. 1999 yılı ne kadar uzaktı o zamanlar. Günlüğüme yazmışım 15 yaşımda, 2000 yılında 38 yaşında, nerede ne halde olacağım merak ediyorum diye. İşte 2000'i geçeli 6 yıl oldu bile. Bilim kurgu filmlerini, dizilerini, kitaplarını hala daha seviyorum ama eski tadı tuzu yok tabii herşeyde olduğu gibi. Galiba insanlığın kaderi bu, her kuşakta bir "Ah eski güzel günler" olayı oluyor muhakkak. Kimse kendi gününden memnun olmuyor ve eskide kalan ne varsa göze güzel gözüküyor muhtemelen. Ben kendim olarak şahsen 3 yıl öncesine dönmek isterdim, hani bir peri gelse, üç dilek dile dese ne derim diye düşünürüm zaman zaman, ilk dileğim sağlığıma kavuşmak olurdu herhalde, ikinci olarak da sonsuz dilek hakkı isterdim... Gayetlene uyanığımdır da aynı zamanda.
Bugün şunu müşahade etmiş bulunuyorum ki, takı yapmak için harcadığım zamanın çoğunu, misinayı iğneye geçirmek için kullanıyorum. Kör olası misina geçmiyor saatlerce o iğneye, uğraş dur.
İşsizlikten güçsüzlükten bunaldım galiba biraz. Ne iş yapacağım onu da bilmiyorum ya. Hangi iş yeri üç haftada bir iki-üç gün izin verir insana onu da bilmiyorum. Bir de ayda bir kemik ilacı meselesi var tabii, o da aldıktan sonra grip gibi yapıyor insanı. Mıy mıy, hani gribin ilk günüymüş de hasta mısın değil misin belli değil olur ya, öyle. Galiba malulen emekli olduğumu şu taş kafama iyice sokmanın zamanıdır ama sıkılıyorum yahu! Keşke diyorum o kadar kitabı okumasaydım. Şimdi ohh okumak için zamanım var deyip kitap okurdum bari. Benim okumak için hiç zamanım olmadı ama her zaman da okudum. Şimdi okumak deyince ey kari, öyle böyle değil. Bir arkadaşımla yaptığımız hesaba göre (kendisi kitapçıdır aynı zamanda), okumayı öğrendiğim günden bugüne kadar sekiz ila 10 bin kitabı hatmetmiş bulunuyorum. Bunlara vapur tarifeleri, dergiler, gazeteler dahil değil. Rahmetli Lütfi, sorduğu her abuk sabuk kitabı okumuş olduğumu görünce, "Sonunda çok okuyan birini buldum galiba" demişti hiç unutmam, sinema televizyon enstitüsünün sinema salonundaydık, daha flört ediyorduk. O salonda bir sürü film seyretmiştik beraber. Vesikalı Yarim'i ilk orada seyretmiştim ben. Ne kadar beğenmiştim, hala da en sevdiğim filmlerdendir.
Manyak Pati, bugün evin her yerine kustu. Dışarıda ne bulduysa plastik parçaları filan dahil yemiş, e kusar tabii, o kadar saçma sapan şeyi ben yesem ben de kusardım herhalde, deli köpek.
Geçen gün düşündüm de, niye Fethiye'de kendimi bu kadar iyi hissediyorum acaba, oysa ki İstanbul, doğduğum, büyüdüğüm, taşını toprağını sevdiğim bir şehirdir bir yerde. Şunu anladım ki, İstanbul'da beni en çok kasan şey, oğlumla aramdaki mesafeymiş. Burada minibüsle taş çatlasın 10-15 dakika mesafede evle oğlumun okulu arasındaki mesafe yahu. Sokağa çıktığım, kendi okuluma, çarşıya filan gittiğim her gün, onun bulunduğu yerin önünden geçiyorum ve kendi okulum da zaten hemen arkada. Onu kaybetme korkusunu yaşamıyorum burada. İstanbul'da okulu ve iş yerim ya da ev ve iş yerim arasındaki mesafe toplu taşıma araçlarıyla en az iki saat oldu her zaman ki o trafikte özel arabayla da daha az değil haliyle, içten içe kasmışım kendimi. Burada hiç böyle bir korkum yok. Yürüse eve gelir, yürüsem bulurum, bu inanılmaz bir rahatlık, benim gibi galiba manyak bir anne için, hiçbir şeye değişmem bu duyguyu şahsen.

2 Comments:

At 9:50 ÖÖ, Anonymous Adsız said...

Halet-i Ruhiye göstergesi hoş!!! Ben gördüğümde, pantolu indiriyodu... Anlaşılan hafif de olsa bi iyileşme mevcut:-))) selamlar

 
At 10:13 ÖS, Blogger asuman gencol said...

Bu yorum yazar tarafından silindi.

 

Yorum Gönder

<< Home


View My Stats