28 Kasım 2007

Lay lay loom, benim de artık bir ipod'um vaar. Bir arkadaşım kalmaya geldi vee bana bir ipod getirmiş hediye olarak. Sabah uyandığımdan beri müzik yükleyip duruyorum. Özlemişim müzik dinlemeyi, çok makbule geçen bir hediye oldu ne yalan söyleyeyim. Deniz kıskançlıktan çatladı tabii ki. Bana bilgisayarını ve telefonunu teklif etti, ona vermem için ipod'u, ama yemedim tabii ki. Kırk yılın başında güzel bir şeyim olmuş, onu da Deniz beye kaptıracak değilim. İki gün gezdik, Kayaköy, Gemiler, Ölüdeniz. Bir akşam Şat'ta yemek yedik, dün akşam da Nefis Pide'ye gittik, döner yedik. İyi geldi. Bu arkadaş benim liseden beri arkadaşım. Biz üç arkadaş üçlü çete şeklinde gezerdik, okula filan pek uğramazdık. Sonra uzun zaman kaybettik birbirimizi ama son yıllarda yine görüşüyoruz. Şu anda Ahmet Kaya için yapılan Dinle Sevgili Yurdum albümünü dinliyorum bir yandan da. Gençken Ahmet Kaya'dan hiç hoşlanmayıp, sonradan sevenlerdenim ben. Bu ipod sayesinde Çarşamba geceleri Deniz ve Jale sultan arasındaki Avrupa Yakası-Yaprak Dökümü kavgası da bitti. Ben müzik dinliyorum, Jale Yaprak Dökümünü seyrediyor, Deniz de benim odamda Avrupa Yakası'nı. Neyse, her Çarşamba aynı muhabbetten fenalık gelmişti.
SSK işi halloldu. Neden kesildiğini anlayamadık, tanıdık biri vardı onu aradık, hemen açıldı. Çünkü ortada kanunsuz bir durum yok. Herhalde numaralar filan karıştı bilemiyorum artık. Bayağı bir sıkıntı yarattı ama halloldu şükür.
Günler sakin geçiyor. Havalar güzel. Evim sıcak, çorbam kaynıyor, daha ne isterim...

25 Kasım 2007

Hakikaten iyi filmdi. İstanbul'a gitmeden, digitürk'ün salonlarından alıp seyretmiştim biriken puanlarla. Bu puan işi iyi oluyor, bedavadan film seyrediyorsun. Oscar adayı filmleri çok sevmem, oscar alanları da pek sevmem ama bu iyiydi, zaten alamadı oscarı da. Yabancılaşma ve kapitalizm üzerine seyrettiğim en sıkı filmlerden biriydi diyebilirim.
Cumartesi günü eczacı aradı ve artık SSK'lı olmadığımı haber verdi. Gerçekten de kesilmiş hem maaşım hem de SSK ama kesilmesi için hiçbir sebep yok ortada. Ben babamdan sigortalıyım ve ne evlendim, ne işe girdim ne de başka bir şey. Cuma akşamına kadar da sigortalıydım yani. İki gündür canım çok sıkkın bu yüzden. Ortada bir yanlışlık olduğu çok belli ama şimdi bir deli kuyuya atmıştır taşı, çıkart çıkartabilirsen. Ben maaşında filan değilim ama sağlık işi çok önemli. Üç haftada bir beş bin liralık reçete yazılıyor bana. Yarın arayacağız bakalım neden kesilmiş öğreneceğiz. Nasıl düzelecek bilmem, aileden birine Ankara yolları görünecek muhtemelen. Bunun dışında yeni bir şey yok. Günler aynı geçip duruyor, havalar da güzel gidiyor, akşama kadar soba filan yakmıyoruz. Dün bir arkadaşım geldi İstanbul'dan. Meğerse ablası Fethiye'de yaşıyormuş ama yine İstanbul'a taşınıyormuş tekrar. Ablasını taşımaya gelmiş, bir gece bizde kalacak. Ablasını yolcu etmeye gitti şimdi. Yarın belki çıkar gezeriz birlikte, Ölüdeniz'e filan kaçarız. Kayaköy'ü özledim, ne zamandır gitmiyorum, belki Kaya'ya çıkarız.
Bugün Radikal 2'de bir yazım yayınlandı. Adımı görünce pek sevindim.
İşte böyle, bu sigorta işine çok takıldı kafam. Hafta sonu olduğu için öğrenemedik de ne olduğunu. Eğer iş uzarsa ne yaparız bilmiyorum. Yani mutlaka bir yolu bulunur ama bir kere de bir aksilik çıkmasın bir işte yahu.

23 Kasım 2007

Gittim geldim. 21 gün çevrimine girdim yine. Bakalım ne olacak, 15. den sonra hakkımda bir karar verecekler ama artık bayağı yorulduğumu hissediyorum. Kuzenim burada, o da Fethiye'ye yerleşmeye karar verdi ve arkamdaki evi tuttu. Onun gelmesi iyi olacak hem onun hem de benim için. Kendisi kuzenimdir ama 45 yıldır da arkadaşımdır :)
Yorgunum fazla yazamayacağım.

18 Kasım 2007

Yarın eğer bu fırtınada uçaklar kalkarsa İstanbul yolcusuyum. Bugünkü fırtınada bahçedeki iki çam ağacı da devrildi. Bir tanesi ikinci katın balkonuna dayandı, bir tanesi de kapının önüne düştü. Allahtan fazla bir zarar olmadı. Komşumuzun her zaman arabasını koyduğu yere indi koca ağaç ama onların da bugün gezmeye gidecekleri tutmuştu yani. İyi oldu, yoksa giderdi araba. Fotoğraflarını çekecektim ama makinenin pili bitmiş, çok yağmur vardı pil almaya da gidemedik. Yazık ya üzüldüm çok ağaçlara, onların sayesinde yazın bahçe acayip serin oluyordu. Şimdi bütün güneş içerde olacak. Bir de odamın penceresinden onları görmeye çok alışmışım, bakıyorum şimdi bayağı boş görünüyor gözüme. Bugün bayağı bir heyecan yaşadık yani. Şu anda da acayip gök gürlüyor ve şimşek çakıyor. İnşallah sabaha biter.
14. kemoterapiye gidiyorum, bir aksilik çıkmazsa sondan bir önceki yani. Bugün bir de düştüm yahu. Bakkala gidiyordum, normalde hep Deniz gider, benim gideceğim tuttu, sokak lambası da yanmıyormuş, köpekler havladı, yabancı köpek mi diye bakayım derken, ağacın açtığı çukura düştüm resmen. Kötü düştüm, dizimi bayağı bir berkittim, inşallah şişmez sabaha ama şişseydi şimdiye kadar şişerdi diye düşünüyorum. Nazar mı değdi nedir, ağaçlar yıkılır, ben düşerim. Birazdan elektrikler gidecek. Zaten böyle giderse bu kışı çoğunlukla elektriksiz geçireceğiz herhalde.

17 Kasım 2007

Tepenize kral kelebekleri kadar taş düşsün!

Atv ekranlarında Kelebek Çıkmazı diye bir dizi başlamış bulunuyor. Bu sezon kendime Bıçak Sırtı ve Sevgili Dünürüm’den başka bir dizi bulamadığım için belki tutar düşüncesiyle oturdum seyrettim. Gerçi dönen tanıtımlarından ne ile karşılaşacağımı az çok tahmin edebiliyordum ama hani bir umut, bir belki de ben yanlış anlamışımdır hali. Tabii sonuna kadar dayanamadım. Senaryo rezalet, oyunculuk desen –Hümeyra dışında ki o da biraz abartmış gibi geldi bana- yerlerde sürünüyor, anlatım bir başka rezalet, diyaloglar manasız ve mantık hatalarıyla dolu. Misal: Dizinin başlarında anne küçük kızına “Daha havalar ısınmadı, üşürsün o yüzden dışarı çıkamayacaksın ah yavrum, nazlı kelebeğim” filan diyor, sonra bir bakıyoruz ki aradan –dizi zamanıyla- bir saat geçmeden bizim küçük kız bahçede, örnekler daha çoğaltılabilir tabii ama konu bu değil.
Konu, evin büyük kızının hali. Gözünde gözlük, başında kasket, sırtında parka. Sözüm ona o zamanların “Solcu modası”na uygun giyinmiş. Saldırgan tavırlı, yüzü gülmez, 10 yıldır aynı okulda okuyan, böyle antipatik, gıcık bir tip.
Solcu kızların karikatürize edilmesine alışkınız. Bacılar macılar diye dalga geçilmesine de alışkınız. Ancak, Hatırla Sevgili’den sonra bir de bu biraz ağır geldi ne yalan söyleyeyim. Hatırla Sevgili yine biraz olsun insaflı davranıyor, hani daha küçük ayrıntılara takıldığım için seyretmiyorum bu diziyi. Oradaki solcular da durmadan sloganlarla konuşan, karikatürize tipler bana kalırsa ama hani bir nebze olsun daha iyi. Bir de çizdiği sağcı (eskiden faşist derdik) tipi çok fazla iyi niyetle yazılmış, ben o zamanlar hiç öyle sağcı görmedim desem yalan olmaz, hani böyle gözleri iyi bakan, merhametli, mini etekli kızlarla gezen filan, gören varsa bilemem ama ben görmedim. 12 Eylül mantığı “Bir onlardan bir bunlardan”dı hatırlarsınız, gerçi yüz solculardan, bir sağcılardan oldu bunu da hatırlarsınız. Hatırla Sevgili’de de hak geçmesin diye uğraştıklarının farkındayım ama olmuyor işte, çünkü saldırgan ve müdafii, haklı ve haksız konumlarının altı iyi çizilmiyor, çizilemiyor.
Kelebek Çıkmazı da Hatırla Sevgili’nin açtığı kanaldan (Hatırla Sevgili de Çemberimde Gül Oya’nın açtığı kanaldan akıyor o ayrı) akmaya çalışıyor işte. Hani 70’li yıllar, o çalkantılı ve kötü zamanlar, sağcı-solcu çatışmalarının arasında filizlenen aşklar vs. Ancak, bu dizileri (Çemberimde Gül Oya’yı tenzih ederim, seyrettiğim en namuslu işlerden biriydi) yapanların, senaryolarını yazanların ve yönetenlerin unuttukları ya da hatırlamak istemedikleri küçük bir ayrıntı mevcut: Biz daha ölmedik. 78 kuşağından insanlar verdikleri tüm kayıplara rağmen henüz hayatta. O dönemleri birebir yaşamış, mücadele etmiş bir kuşak insan yaşıyor bu memlekette. Belki 68 kuşağı kadar çok yazmadık, çok söylemedik, çok şikayet etmedik, ama henüz ölmedik. Biz de televizyon seyrediyoruz, böyle dizileri özel bir dikkatle seyrediyoruz hem de.
Hamasi bir söylemle, “Bizi böyle karikatür haline getirmenize, kitleler nezdinde bu kadar aşağılamanıza, yalanlar yaymanıza, bir kuşağı reyting ve para kaygılarınıza alet etmenize izin vermeyeceğiz” filan demeyeceğim. Çünkü biliyorum ki biz izin versek de vermesek de yapacaksınız yapacağınızı.
Biz, o dönemlerin devrimci kızları sizin erkek senaristlerinizin yazdığı gibi salak tipler değildik Sayın Mustafa Altıoklar. Tek derdimiz kafamıza acayip şapkalar, kasketler takıp ortalarda gezmek, sağda solda slogan atmak değildi, bu kadar berbat, karikatür tipleri değildik. “Devrimci kızlar çirkin olur” şeklindeki 12 Eylül tezinin aksine hepimiz de gayet güzeldik. Tek derdimiz ülkemizdi, devrimdi, mücadeleydi, inandığımız her şeydi. Her gün kellemizi koltuğumuza alıp öyle çıkıyorduk sokağa, akşama evimize dönecek miyiz, dönmeyecek miyiz, bilemiyorduk. Boş gezenin boş kalfası, sözde devrim uğruna mücadele ederken ailesini, emekçi annesini sömüren tipler de değildik. Hatalar yapmadık mı? Sürüsüne bereket yaptığımız hataların, ama bedelini ödedik, hala daha ödüyoruz. Bedel derken 12 Eylül’ü kastetmiyorum, yanlış anlaşılmasın. 12 Eylül bir bedel değildi, biz bedellerimizi çok başka ödedik, ödüyoruz.
Bizlerin saf gerçekleri anlatan diziler yapamayacağımızı, yapsak da yayınlanmayacağını bilerek, buna güvenerek yapıyorsunuz bu berbat işleri ve istediğiniz yalanı atmakta serbestsiniz biliyoruz. Ancak el insaf, biraz izan yahu!

16 Kasım 2007

Singing in the Rain

13 Kasım 2007

Bir süredir aşağıda okuyacağınız satırları yazmayı düşünüyordum. Kısmet bugünmüş. Bir Kedinin Hatıraları bir yılı aşkın bir süredir yayında. Bu blogu, beni merak eden, dostlarım, akrabalarım, arkadaşlarım hem sağlığım hakkında, hem de neler yaptığım, nasıl olduğum hakkında haber alsın diye açmıştım. Hakikaten de açılış amacına hizmet etti blogum, hem arkadaşlarım telefon parasından kurtulmuş oldu, hem de ben herkese ayrı ayrı aynı cümleleri kurmaktan kurtulmuş oldum. Ayrıca başka şeylere de hizmet etti, uzun yıllardır görmediğim, haklarında hiçbir şey bilmediğim arkadaşlarım beni buldu buradan, irtibat kurdu. Tabii blog dünyasına adım atmakla birlikte, başka blogları da okur oldum. Çok sevdiğim sürekli takip ettiğim bloglar da oldu, gördüğüm yerde amanın diye kaçtığım bloglar da oldu ama kimseyi aman da ne kötü yazıyor, niye yazıyor, ne gerek var şeklinde yorumlarımla rahatsız etmeyi düşünmedim. Çünkü bana göre blog tamamen kişisel bir şey. İsteyen istediğini yazar, ister yemek tarifi verir, ister şiir yazar, ister kendini anlatır, ister edebi olduğunu düşündüğü metinler döktürür, ister sinema üstüne ahkam keser, ister müzik üzerine. Beğenen okur, beğenmeyen de okumaz. Kimse kimsenin kafasına silah dayamıyor sonuç olarak. Mecra da internet olunca çeşitli saçmalıkların basılması için ağaç da kesilmiyor, e daha ne?
Yorum konusuna gelince, ben çok yorum yazan bir insan değilim. Eğer gerçekten beni ilgilendiren bir konu hakkında yazılmışsa ancak yazarım, ya da blog sahibini gerçekten üzen ya da sevindiren bir şey olmuştur ve bu üzüntüyü ya da sevinci paylaşmak istiyorsam yazarım ancak. Bana gelen yorumlara da cevap vermeye üşenirim çoğu zaman J Aslında tabii üşenmekten çok, blog benim yorumlar da sizin diye düşündüğüm için cevap vermem, bazen de gerçekten yorgun olduğum için veremem cevap ve bana yorum yazan arkadaşlarımın bunu zaten düşündüklerini bilirim.
Şimdi diyeceksiniz ki “Sadede gel kedi hanım,” geliyorum. Geçenlerde bir yazıma bir yorum yapılmış. Daha doğrusu yorum değil, yeldeğirmenleriyle savaştığını söyleyen bir arkadaş, sevdiğim ve tanıdığım bir blog sahibi olan Eda Suner hakkında yazdığı bir yazıyı okumamı istemiş. Meraktan gittim okudum, kendi yorum alanında da kendisine düşüncelerimi yazdım, aslında konu bu değil. Konu şu ki, anladığım kadarıyla bu arkadaş, bizim yani, Eda’nın, Asortikkrep’in, benim, sevgili isimsiz meleğimizin ve daha bir sürü blog sahibi arkadaşımızın yardımlarıyla örgütlediğimiz Cerrahpaşa’ya kemoterapi koltukları alma meselesinin Tempo dergisinde yayınlanmış olmasını, Eda’nın kendi reklamını yapması olarak algılamış. Şimdi sevgili arkadaşım, evet Tempo’ya haber olduk, bence iyi ki de olduk, çünkü bir sürü insan o haber sayesinde dayanışmanın gücüyle neler yapılabileceğine şahit oldu hiç değilse. Ancak, durum şu ki o haber benim sevgili yeğenim sayesinde yapıldı. O olmasaydı, kimsenin basına haber vermeye filan niyeti yoktu ki ben istesem eğer haber değil Tempo’da, televizyonlarda bile çarşaf çarşaf yayınlanırdı. Eski bir gazeteci olarak gerek yazılı, gerek görüntülü basında bir sürü arkadaşım mevcut. Valla istesem Sabahların Sultanı Seda Sayan’a bile konuk olurduk yani. Ancak, hiçbirimizin kanserli hastalar üzerinden yapılacak bir reklama ihtiyacı yok. Yapılan iş haber değeri taşıyordu ve haber oldu o kadar. Zaten, Tempo’da çıkan haberin Eda ile hiçbir ilgisi yoktur, hatta fotoğrafçı gelene kadar kızın haberi bile yoktu bu durumdan. Bunu sitesinde yazmasını da ben istedim zaten. Ben de yazacaktım ama kemoterapi ertesi yorgun oluyorum, üzerinden zaman geçtikten sonra da nasılsa Eda yayınladı bir de ben yazmayayım diye düşünerek yazmadım. Hani bir iş yaptık herkes sitesinde yazıyor diye düşünmeyin diye. Eda’nın yazmış olması yeterliydi benim için yani. Bu konuda herhangi bir kompleks sahibi değilim.
Edacım canım kardeşim, sen hiç sinirlenme, hiç dert etme kendine bunları. Bildiğin yolda devam et. Ben senin siteni seviyorum, eğleniyorum, vakit geçiriyorum, verdiğin linklere gidiyorum, bakıyorum ve benim gibi bir sürü insan da yapıyor bunu. İnşallah bir dolu para da kazanırsın, kendine yatlar, katlar, atlar alırsın, arkana kocaman bir marketing ordusu takarsın, e-ticaret yaparsın. Gelen yorumları da ister yayınlarsın ister yayınlamazsın, istersen yorumlara kapatırsın siteni, ister açarsın. Blog kişisel bir şeydir, yorumlar da anonim filan değildir. Yorumu yayınlamayan gitsin kendi sitesinde yazsın ama sonra blog blog gezip “Bakın ben ne yazdım” diye link atmak gibi bir çiğlik de yapmasın.
Yel değirmeni savaşçısı arkadaşa da Don Kişot’u okumasını, eğer okuduysa da bir daha okumasını tavsiye edeceğim buradan.
Bu benim, bloglar arasındaki çekişmeler, kavgalar, şunlar bunlar hakkında yazdığım ilk ve son yazı olacak bunu da belirteyim. Böyle saçmalıklara bulaşmayı hiç istemem, istemiyorum da. Ancak bizim bir sözümüz vardır “Arkadaşıma dokunma” diye. Eda’da sevdiğim bir arkadaşımdır bunu da belirteyim bari!
Vesileyle yukarıdaki fotoğrafı bir daha yayınlıyorum. Bizim ancak hastaların dualarına ve rahat ettiklerini bilmeye ihtiyacımız var reklama değil.

08 Kasım 2007

İstanbul Tarabya, Kıyı Restaurant, ablam ve arkadaşı Dilek'in bana yaptıkları sürprizden bir kare. Masada görünenin iki katı kadar tatlı ve pasta vardı :) Hepsini yiyesim gelmişti ama yola gideceğim için yarım yarım tadabildim ancak. Hani yollarda midem bulanmasın diye. Kemoterapi ertesi olduğu için güzelim lüferi de mundar ettim ama İstanbul'a gider gitmez ilk işim gidip lüfer yemek olduğu için çok dertlenmedim.
Süpriz de şöyle oldu. Ben bir keresinde ablama şöyle sosyetik bir restoranda hiç yemek yemediğimden ve de buna özendiğimden bahsetmiştim, hani filmlerde olur, tatlılar filan servis arabasıyla gelir, seçersin, böyle bir şeyi istediğimden dem vurmuştum. Ablam da Dilek'e anlatmış bunu. Sağolsun o da bana böyle bir sürpriz düzenlenmiş. Güzel ve şık bir restoran ve servis arabasıyla gelen tatlılar. Ne kadar mutlu oldum. Ne hoş bir şey yaptılar bana. Kanser olmanın böyle getirileri de oluyor hayatta işte :) O yüzden dertlenmemek lazım kanser oldum diye ve insanların sen hastasın diye sana yaptıklarının tadını çıkartmak lazım. Çünkü insanlar sana hoş bir şey yaptıkları zaman kendileri de mutlu oluyorlar ve iyi hissediyorlar.
Hava çok soğudu yahu. Sobayı kurduk ama bacada bir problem çıktı yakamadık. Ben de odamda yaktım elektrikli kaloriferi oturuyorum. Soğuk ve nemli havalarda dizlerim çok ağrıyor. O yüzden hiç sevmiyorum artık soğuk havaları. Bugün kışlıkları da çıkardık, yeğenim aradı o ara, yeni mi çıkarıyorsunuz diyor. Eh dedim bizim için erken bile, normalde Kasım başı bu kadar soğuk ve kapalı olmaz Fethiye. Akdağlar'a kar da yağmış, o da erken. Bu sene soğuk geçecek anlaşılan. Kapalı havalarda ruhum da çok daralıyor, çok bunalıyorum. Anti depresan filan mı attırsam diye düşünmeye başladım valla. Onlar da sersem ediyor insanı, o sersemlik halini de sevmiyorum. Yapacak bir iş bulmam lazım kendime. Aslında var var da bu evdeki iki deli bir dakika rahat vermiyorlar ki insana. Delilerden biri olan Jale hanım sultan, dizi arası reklamlar girdiği zaman ya beni çağırıyor ya da Deniz'i. Hiç sekmiyor. Hatta Deniz'le gülüyoruz artık, bak bak reklamlar başladı diye.

06 Kasım 2007

Sonunda güneş açtı. Alışık değiliz Kasım'ın başında filan kapalı havalara, ruhumuz sıkılır, bunalırız. İki gündür fırtına, yağmur, şimşek, şimdi günlük güneşlik, seviyorum bu memleketi vesselam. İstanbul'dan geldiğimden beri öküz modunda yatıyorum. Bedenen yeni bir sıkıntım yok hani ama ne bileyim bir ruh sıkıntısı, bir boşluk hissi. Hiçbir şey yapmadan oturmaktan bunaldım muhtemelen. Şeytan diyor boşver kolu molu al eline yünlerini onu bunu, otur yap ama sonra davul gibi şişiyor kol yahu. Bugün odunumuz, kömürümüz de geldi, tabii onlar gelince benim de sobayı kurup yakasım geldi.
Yarın çıkayım şu evden bir çarşıya filan gideyim, hoş gidince ne yapacağım bilmem ama işte maksat gezmek olsun. Belki goblen alırım küçük bir tane, onu işlerim. Doktorumu aradım sızlanma hakkımı kullanacağım, içim sıkılıyor filan diye, sen o hakkı geçen sene kaybettin, öyle bir kartın yok diye dalga geçiyor benimle. Dedim çabuk bana bir sevgili bul, şöyle mazohist tarafından olması lazım, bir de dedim tabii yanında da östrojen lazım. Haliyle yok bana östrojen filan, bir eğlencemiz vardı hayatta o da gitti :)
Ben en iyisi çay içeyim.

04 Kasım 2007

Gittim geldim. Bir şey yaptığım yok. Her kemoterapi sonrası yaşadığım sinir, sitres ve de asabiyet durumlarını yaşıyorum. Eh artık 13. oldu olsun o kadarı diyoruz. Biraz neşem yerine gelince uzun uzun yazacağım.


View My Stats