31 Aralık 2006

HERKESE MUTLU, SAĞLIKLI, GÜZEL BİR YIL DİLİYORUM.

30 Aralık 2006

İşte, kolye, küpe yapacağım diye kendini helak eden bir insanın -yani benim- masası. Bugün fazla yazamayacağım. İlaç günüydü, hastanede tam uyuyordum, yanımdaki yatağa bir kadın geldi, ortalığı inletiyor, uyandırdı uykumdan beni. Halbuki avil, güzel, huzurlu bir uyku veriyor insana, seviyorum hastanede uyumayı. "Beni esnaf hastanesine götürün" diye bağırınıyor, bi tepem attı, kadını bi azarladım, bi azarladım, sen dedim şımarıklık ediyorsun, demediğimi bırakmadım. Öyle şaşkın bakakaldı suratıma. Kortizon almadığım için herceptinin verdiği bitkinliği iyice yaşamaya başladım ama olsun, kortizon almak istemiyorum. Zaten iki gün sürüyor sonra geçiyor, böyle yan etkiye can kurban valla, hiçbir itirazım yok. Bir de mıymıntı bir bacak ağrısı yapıyor, böyle ağrıyor mu ağrımıyor mu belli değil, sinir bir ağrı. Ağrı kesiciyle de geçmiyor, mıy mıy mıy ağrıyor, hani şöyle delikanlı gibi ağrısa insan bacağım ağrıyor diyecek ama öyle de değil.
İşte böyle sevgili günlük. Önümüz bayram, bakalım yeğenler gelecek. Yılbaşı akşamı da hep beraber oturur dansöz seyrederiz televizyonda. Zaten canım hiçbir yerlere gitmek istemiyor. Böyle eğlenmek zorunda olunan gecelere sinir olurum ezelden beri zaten. Kurarız güzel bir sofra, yaparım bir yılbaşı pastası, eğer becerebilirsem hani o ağaç şeklinde olanlar var onlardan yapmaya çalışacağım, yatarız uyuruz gece 12'den sonra.

28 Aralık 2006

Bugün biraz politika yapacağım. Duydum ki Deniz Baykal demiş ki: "Başörtüsü eşlerinizin ancak saçlarını örter, günahlarını örtmez". Günlerdir gözlerim ve kulaklarım şu lafa karşı bir laf işitmek istiyor ama işitemiyor. Ablam, "Meclis birbirine girdi" dedi ama orasını kaçırmışım. Deniz Baykal'ı huzurlarınızda fena halde kınıyor ve kendisine bir yerlerden akıl fikir bulmasını tavsiye ediyorum. Gerçi bunca zamandır bulamadığı aklı fikri nereden bulacak bundan sonra, hiçbir fikrim yok bak. Bu vesileyle bundan yıllar önce, AKP iktidarının ilk günlerinde yazdığım bir yazıyı buraya koymaya karar verdim. Fethiye'de yayınlanan bir yerel gazetede çalışıyordum ve haftada bir de köşe yazıları yazıyordum o zamanlar. Yazı güncelliğini koruyor bana kalırsa...

Fikri iktidarda, kendisi mutfakta
Ülkemizin başbakanının, meclis başkanının ve daha pek çok bakanının eşlerinin başları kapalı. Bu hanımlar Müslümanlığın vazettiği bir şeyi yapıyorlar, saçlarını mahremlerinden başka erkeklerin görmesini istemiyorlar. Bu ülkede pek çok başka kadın da bunu yapmıyor, Müslüman olduğu halde saçlarını başka gözlerin görmesinden rahatsız olmuyor. Bu tamamıyla bir seçim sorunu. Bir kadın ailesinden gelen gelenek sonucu, evlendiği erkeğin isteğiyle, ya da kendi özgür iradesiyle başını kapamayı seçebiliyor, ya da seçmiyor. Buna kimse karışmıyor zaten, karışmak da istemiyor. Ancak, iş başı kapalı bir kadının eşi başbakan ya da meclis başkanı olunca değişiyor. Kendisiyle aynı biçimde düşünen bir erkek, yani kadınların başlarının kapalı olması fikrindeki bir erkek meclis koridorlarında boy gösterebiliyor, bakanlık koltuğunda, başkanlık makamında oturabiliyor da, kadın sadece başı kapalı olduğu için değil bu yerlere girebilmek –girmeye kalkan biri linç edilmekten zor kurtulmuştu anımsarsınız- eşinin yanında, eşinin verdiği bir resepsiyona katılma durumu hasıl olunca kıyamet kopuyor. Cinsiyetçiliğin ve kadınları yok saymanın bu kadarı da insanı çok kızdırıyor. Kadının kocası, fikri, iktidarda ama kadın ortalıkta boy gösterince “vay anam vay laiklik elden gidiyor” nidaları atılıyor. Neymiş, türban siyasal bir simgeymiş. Eh, bu kadınların okumalarını, meslek sahibi olmalarını, kocalarının yanında bir resepsiyona katılmalarını engellerseniz, bu sorunu yok sayarsanız, haliyle simge haline gelecektir. Ülkemizin Atatürkçü laik kesiminin anlamadığı, anlamak istemediği şey de bu zaten. Yani bu kadın devlet katındaki kocasının verdiği bir resepsiyona katılmak için mini etek mi giysin? Yoksa ortada bikiniyle mi dolaşsın? O zaman da “hafif kadın” dersiniz. Dilinizden kurtulmak mümkün değil.
Bu cinsiyetçilikten başka hiçbir şey değil. Kadınları yok saymaktan, aşağılamaktan başka hiçbir şey değil. Kadın hele hele başı kapalıysa eğer, yapması istenen tek şey, evinde oturup çocuk bakması. Başı kapalı bir kadın araba süremez, cep telefonu kullanamaz, bilgisayardan zaten anlamaz, hele hele türbanının altına son moda şık kıyafetler hiç giyemez. Okumak neyine, üniversitelere de almıyoruz zaten. Otursun evinde! İktidardaki kocası neyine yetmiyor? Eh, bu durum bence iktidardaki kocaların da işine geliyor haliyle.
Türban sorunu toplumca tartışılmaya ihtiyaç duyuyor artık. Ama bu tartışmanın önünü açabilecek kesimler sustukça, AKP iktidarı da bu sorunu öteleyip, taviz vermeye devam ettikçe bu yara kanamaya devam edecek. Olan da hep kadınlara olacak.

27 Aralık 2006


Sağ tarafta görmüş olduğunuz saat, tarafımdan siz sayın okuyucularıma neşeli bir hizmet olsun diye konulmuştur!!
Ay hava çok soğudu yahu. Bayağı bir fırtına var dışarıda. Canım bir şeyler içmek istiyor. Acaba gidip kendime bir kakao filan mı yapsam. Ya da bir adet dallama çay yapayım en iyisi. Dallama çay şöyle oluyor: Alıyorsun bir porselen demlik, içine biraz çay koyuyorsun, basıyorsun üzerine sıcak suyu, az biraz demlenince de oturup içiyorsun afiyetlen. Yaptık bakalım bir dallama çay (Dr. Muzaffer'in kulakları çınlasın o derdi böyle), birazdan içerim.

Fotoğrafta gördüğünüz Pati bey'in en sevdiği şey kağıt mendil yemek olup, elektrikli battaniyenin ısıtmış olduğu yatağımda neşeyle yatmaktadır kendisi. Gece bana yer versin diye ittirince kendisini çok kızıyor bana manyak köpek. Yatak sanki kendisinin de ben yanına misafir geliyorum.
Deminden beri "Yahu bu kadar elektrik sobası yakıyorum, niye ısınmadı bu oda" diye düşünüp duruyordum, meğer pencerelerden biri açıkmış. Kapattım şimdi de biraz ısındı odam. Bu gece hiç uyuyasım yok, ne yapacağım bilmem. Şu odamı bir düzene sokmam gerekiyor, her şeyden önce de elektriğini yaptırmalıyım. Jale sultan salonda yattığı için gece bir saatten sonra kadının tepesinde dangır dungur dolaşmak olmuyor. Bu Fethiye elektrikçi, tesisatçı filan bakımından biraz acayiptir. Elektrikçi çağırırsın "işim var abla, sonra geleyim" der, iyi sonra gel dersin, hiç gelmez. Tesisatçı çağırırsın o zaten gelmez ama hasbelkader Fethiye'nin zamanında gelen tek tesisatçısını buldum ilk taşındığımda, sağolsun çağırınca geliyor. İlk çağırdığımda "Yarım saat sonra gelirim" demişti, ben anca akşama gelir, ya da hiç gelmez diye düşünüp, şehre inip de para çekmemiştim bankadan, adam pat diye gelmesin mi, neyse koştur koştur gidip para alıp gelmiştim. Böyle de bir rezil olmuşluğum vardır yani.
Yeni yıl geliyor... Deniz bey'e hediye almak lazım. Hediye alınacak en zor yaşta. Oyuncak alınmaz, kitap alsan okumaz. Neyse bir parfüm alayım bari, parfümsüz çıkmaz zaten, bakkala bile gitmez.

26 Aralık 2006

Evin az ilerisindeki çayırlıkta, koyun hanım ve yavrusunu görünce dayanamadım. Koyunlar bu mevsimde yavrular mı yahu! Ben bu işin ilk baharda olduğunu zannederdim.
Hava acayip soğudu, ee aslında şöyle, hiçbir şeyle ısınmayan odamda bir kazakla oturabilir durumdayım ama soğuk işte. Fırtına da var, akşama elektrikler giderse hiç şaşırmam.
Ablamla pazara gittik, kendimize birer tane elektrikli battaniye aldık, sıcak sıcak yatacağız. Sonra da avakado yüzünden kavga edip, pazar yapamadan eve döndük, artık Cuma gününe Allah kerim diyoruz.

25 Aralık 2006


Denizle birlikte süslediğimiz yılbaşı ağacımız ama plastikten. Cuma akşamı okul çıkışı buluştuk kendisiyle, gittik yemek yedik, sonra biraz gezindik ve Çitlenbik'ten bu ağacı ve bir sürü süs aldıktan sonra eve geldik. Bir heves, bir neşe ağacımızı süsledik. Üzerinde ışıkları da var böyle yanıp yanıp sönüyor.
Cumartesi günü en nihayet berbere gidebildim. Saçıma balyaj yaptırdım hayatımda ilk defa, koyu üzerine açık renk serpiştirdiler, güzel oldu, yakıştı bana, biraz da kesip düzelttiler, böylece besleme kılığından çıkıp, biraz bakımlı bir hal alabildim sonunda. Cumartesi gecesi de ÖDP Fethiye ilçesinin yemeği vardı ablamla birlikte ona katıldık. Güzel geçti, bir sürü insanla tanıştık, kalkıp konuşma yaptık haliyle, yedik, içtik, türküler söyledik. Ben katılan bütün kadınların telefonlarını aldım, bayramdan sonra bir kadın toplantısı düzenlemeye çalışacağım. Alıyorum yine başıma belayı ama ne yapayım dayanamadım. İşte önümüz 8 Mart, bir sokak eylemi planlayalım bakalım. Bir 8 Mart öncesi, ANAP'lı kadınlar gelmişti çalıştığım ajansa, yaka kartı yaptırmak için, üzerinde Özal'ın ve Mesut Yılmaz'ın resimleri vardı, altında da yaşasın 8 Mart yazıyordu valla billa, hayatımda gördüğüm en komik şeylerden biriydi. Bir de yine bir 8 Mart'ta yakasında KESK Kadın Kolları kokartı olan bir adamla papaz olmuştuk, hatta adamı dövmüştük, bizim korteje girmeye kalkmıştı, bir de "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye üzerime yürümüştü. Eh, biz de tekme tokat girişmiştik kendisine, bu da böyle bir anımdır.
Bugün normal geçti. Sabahtan Deniz beyin dersanede veli toplantısı vardı. Bütün öğretmenleri koro halinde, çalışırsa yapacak diyor, diyor da bizim sıpa çalışmıyor. Neyse bakalım zaman ne gösterecek. Toplantıdan sonra hava çok güzeldi, gittim DSİ'nin orada oturdum biraz, balıklara filan baktım, çay içtim, güneşlendim. Sonra döndüm eve. Jale hanım sultanın yemeğini verdim, çay yaptım. Gece de yeni bir ekmek denemesinde bulundum. Bu fena olmadı, biraz çörek tadında bir ekmek ama fena değil. Neyse deneye yanıla bulacağım hem kolay hem de lezzetli bir ekmek tarifi en sonunda. Makine ekmeğini sevmez oldum, böyle mayalandırıp fırında pişince daha güzel oluyor ekmek. Dışarının pis ekmeklerini yemek istemiyorum hiç. Bu tarifi biraz değiştirip yapacağım yarın, şeker koymayacağım, yağı da azaltacağım ve biraz daha uzun mayalandıracağım bakalım nasıl olacak.
Yukarıdaki fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, artık benim de bir digital fotoğraf makinem var. Hayatta en istediğim şeylerden biriydi, abim sağolsun, bana iyileşme hediyesi aldı bir tane. Gayet güzel bir makine, en güzeli de 7.0 megapiksel olması, böylece internette fotoğraf satılan sitelere fotoğraflarımı gönderebileceğim. Artık istediğim gibi bol bol fotoğraf çekebileceğim yaşasın... Tabii Deniz sıpasından vakit kalırsa bana!
Bu gece hava bayağı soğuk, yatağıma sıcak su koydum biraz ısınsın diye. Salı günü de gidip pazardan elektrikli battaniye alacağım. Rutubetli yatağa yatmak istemiyorum çünkü. Deniz'in odasında radyatörü yakıyoruz, zavallımın odası evin en soğuk yeri çünkü.
İşte böyle. Yeni bir hafta başlıyor, Cuma günü yine ilaç günü, bari Perşembe ilaç yazdırmaya gittiğimde şu kafamı da göstereyim artık doktora. Sonra da bayram, inşallah yeğenler gelir bayrama, öyle bir niyetleri mevcut. Gelsinler, biraz şenlensin ortalık.

21 Aralık 2006

Bu günü kendi kendime bira bayramı ilan ettim. Üç tane bira aldım ama daha bir tanesini içebildim. Boncuk dizmekten bira içemiyorum, hiç hayra alamet değil yani bu durumlar. Sabahları pekmez, bal, elma, bira içememeler filan, yakında sigarayı da bırakırım tam olur. Son günlerde, şu geçmiş bir yılı düşünüp duruyorum. Bana moralim bozulmasın diye karaciğerimde zebellah gibi dört tane tümör olduğunu söylememişlerdi, kalça, bel, omurga ve kaburga kemiklerimdekiler yeter diye düşünmüşlerdi muhtemelen ama, benim aklıma hiç öleceğim ya da şöyle diyeyim ölebileceğim gelmemişti. Tamam, ilk kanser gibi nezle muamelesi yapmadım -yapamadım- ama iyileşeceğimden çok emindim. Bazen komik geliyor, etrafında bir kaç ay sonra öleceğinden emin birtakım insanlar, sana böyle moral vermeye çalışıyor ama sen o arada "Ne zaman iyileşeceğim, hayallah bira da içemiyorum" filan diye düşünüyorsun. Ben duygusuz ve öküz bir insan mıyım yoksa a dostlar, söyleyin bana. Bir keresinde canım doktorum Ömer Uzel'e ki kendisi Dr. Hause kadar kibirli ve kendini beğenmiş değildir asla, ama kinizm ve nihilizm bakımından ona pabucunu ters giydirir- "Yav, direnmek, mirenmek diyorlar, nasıl direniliyor bu kansere, söyle de direniyim bari" demiştim de, "Öyle türleri vardır ki bu kanserin, direnmek filan hikaye, ne kadar direnirsen diren alır götürür, boşver sen takma kafana, eskiden nasıl yaşıyorsan öyle yaşa" demişti bana. Adam haklı bana kalırsa. Yalnız tabii, kanserden sonra daha kaliteli ve istediğim gibi bir hayat yaşadığım da kesin. Dostlarım, İsmail, Rezzan, dayım, yeğenlerim, ablam, abim, annem ve tabii babam sağolsun. Yakında Türk Halk Müziği çalışmalarına da başlayacağım, böylece artık bir de müzik bakımından zanatçı bir kişilik olacağım.
Fethiye çok fena bir yer oldu yahu. Bugün bir baktım, her zaman geçtiğim ama son iki-üç gündür geçmediğim bir yerde, devasa bir inşaat başlamış. Ben geldiğimden beri acayip büyüdü bu şehir. Altı yıl önce, hava karardı mı sokakta insan, araba olmazdı, saat akşamın yedisi oldu mu minibüs boş olurdu, şimdi trafik sıkışıyor. Sonuç itibariyle buradan da kaçmak zorunda kalacağım muhtemelen. Her büyüme emaresini gördüğümde "Büyümesin, noolur büyümesin" diye dua ediyorum ama büyüyor maalesef. Neyse, hala daha üç kattan fazlasını yapamıyorlar. ona seviniyorum ve hala daha Babadağ ve Mendos var koskocaman. Geçen yaz Marmaris'i gördüğümde içim fena olmuştu. İstanbul'un en kötü varoşlarına benziyor Marmaris yahu. Kötü kötü, iğrenç apartmanlar dolmuş her taraf. Burası da oraya benzemez inşallah. Tamam, bu büyüme Fethiyeliler için iyi olabilir ama büyük şehirden kaçıp gelmiş bizler için çok fena... çok.
Bugün sayın Deniz beye sağcılık nedir, solculuk nedir açıkladım, kendi sordu valla. Gurur duydum kendimle ki, oğlana artı değer teorisini gayetlene anlaşılır bir dille anlattım. Kitap okuman lazım dedim, e ne okuyacağım söyle dedi. Buyur burdan yak, eskiden olsa verirdim eline Felsefenin Temel İlkelerini arkasından Devlet filan olur biterdi. Şimdi ne oku diyeceğim ben bu çocuğa?

19 Aralık 2006

Sıradan bir gün. Geç kalktım yataktan, pekmezimi içip elmamı yedikten sonra okula gittim. Eksik gedik şeylerim vardı onları tamamladım. Sonra eve geldim, normal bir akşam geçirdik. Deniz beyin dersiydi, yemekti, bulaşıktı, televizyondu. Bugün ne yapmaya çalıştıysam elime yapıştı, yok misina koptu, yok boncuk çatladı, yok yere düştü, neyse bir tane kolye yapabildim. Hacer, fotoğraf makinesini getirdi, yarın bütün gün, satılacak ne varsa fotoğrafını çekeceğim. Sonra da oturup onları fotoşopta düzenlemek gerekecek. Neyse iş işte fena mı... Şimdi de bir zanaks attırıp uyusam mı, yoksa kitap okuyup sabaha kadar otursam mı diye düşünüyorum. Şu uyku işi çok sarpa sardı, doktora gidip düzgün bir ilaç istemek lazım. Aslında yarın sabah kalkabilsem de, şu kafamı da göstersem tekrardan. Başımın içi yara doldu, hep şu Akyaka'nın pis böcekleri yüzünden. Yediler yediler başımı, enfekte oldu hepsi. Ama yarın Salı, hastaneye gidilmez, Salı pazarından dolayı, Çarşamba günü giderim artık.

18 Aralık 2006

Ekim 2005, Cerrahpaşa Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Servisi. Yardımsız doğrulamayacak, adım atamayacak kadar hasta olduğum günler. Şimdi düşünüyorum da ne kadar kötü zamanlarmış. Öyle çok ağrım varmış ki, kaburgamın kırıldığını bile anlamamışım. Geçenlerde yine kırıldı aynı yerden, meğerse bayağı bir ağrı yapıyormuş meret. Şu yataktan kalkıp, tekerlekli sandalyeye oturmak bile büyük bir meseleydi benim için. Çok şükür ki geçti. Ablamla sarılmışız işte birbirimize, öleceğim diye ödü kopuyor ama belli etmiyor sözde, sanki ben anlamıyorum!
Doktor, şu kemik ilacını almamı tavsiye etti ama, onun da hapı yokmuş, ayda bir kemik ilacı, üç haftada bir herceptin, kolumda zaten damar kalmadı, yeni yeni biraz rahat buluyor damarı hemşireler. Düşünüyorum bakalım. Nerden nereye işte, geçen sene bu zamanlar yerimden zor kalkıyordum, bugün mantı yaptım. Evet, üşenmedim, hamur açtım ve mantı yaptım, akşam oturup hep beraber yedik, bir tabak da komşuya verdim, oklavasını almıştım çünkü. Ne yalan söyleyeyim bayağı da güzel olmuş hani. Bir de ekmek yaptım, geçen gün Hürriyet'in ekinde görmüştüm, yoğurmadan evde ekmek yapımı diye. O da çok lezzetli bir ekmek oldu ama büyük tencerede pişirerek hata yaptım, pek kabarmadı ama lezzeti çok güzel oldu. Deniz bey bile yedi. Makinede yapılan ekmekten çok daha güzel olduğu kesin. Yarın yine yapacağım bu defa küçük tencereye koyacağım ki güzel kabarsın. Yapımı biraz uzun sürüyor -iki gün kadar- ama sonuçta gayet lezzetli ve sağlıklı bir ekmek elde ediyorsun. Yani her gün mayalandığı takdirde, her gün evde yapılmış bir ekmek sahibi olabilir insan. Sevgili arkadaşım Selma sayesinde, sabahları bir kaşık pekmez içmeye de başladım. Gerçi kan tablom gayet iyi, kanım düşük filan değil, normal değerinde ama sağlıklı hücreleri çoğaltmak lazım vücutta. İşte böyle, meyve, sebze, pekmez filan, sağlıklı yaşam gurusu olup çıkacağım üç vakte kadar. Bir tane daha blog yapayım bari, onun adını da "Sebze kemiren kedinin hatıraları" koyarım. Bak şimdi aklıma geldi, hiç havuç yemiyorum. Tüh katı meyve sıkacağını da Akyaka'da bıraktım, halbuki tam böyle meyve, sebze filan aklıma takmışken, sabahları havuç mavuç sıkıp içerdim de.
İşte böyle sevgili günlük. Çok yönlü ve sanatçı aynı zamanda da sağlıklı bir insan olarak hayatıma devam ediyorum.

15 Aralık 2006


Bugün okuldan sonra ablamla buluştuk ve Göcek'e gittik, oradan ablamın arkadaşı Fatih'le birlikte Dalaman'a gidip, uçakla gelmekte olan Dük'ü (ablamın köpeğidir kendisi) karşıladık. Dük efendiyi pek severim, köpek korkumu yenmekte bana yardımcı olmuş bir kişidir. Kişidir diyorum, çünkü 11 senedir hayatımızda, önemli aile fertlerinden biridir de aynı zamanda. Çok ihtiyarladı, gelirken ölecek diye ödüm koptu ama neyse sağ sağlim ulaştı yanımıza. Göcek'te Fatih'in barı olan North Shields'de güzel bir yemek yedik. Ben ızgara sebze yedim. Şu sağlıklı beslenme konusunu iyice abartıp vejetaryan mı olsam diye düşünmüyor değilim. Canım etli, sulu yemek filan istemiyor hiç. Tavuktan zaten nefret ediyorum, geçen gün anneme tavuk pişirdi Seyhan, evde duramadım kokudan. Balıktan vazgeçmem ama bak, semi vejetaryan olurum gider. Zaten hiçbir şey yiyesim yok, açlıktan ölmemek için atıştırıyorum bir şeyler. Ama bu akşam oturdum ve bisküvi üzerine nutella sürüp yedim, bazen öyle tatlı krizi tutuyor işte ne yapayım yani. Yemeğin yanında iki de bira içince, tabii ağzım sürüldü bir kere efendim diyerek, eve gelirken üç bira daha aldım, şimdi onları içmekle meşgulüm. Haftada bir yaptığımız bira bayramlarını da bıraktık, Deniz beyin okuldu, dersaneydi, özel dersti, masrafları bayağı bir meblağ tutuyor çünkü. Dük'ü alma ve getirme yolu boyunca da vıdı vıdı konuştum ki, hiç adetim değildir. Galiba "öküz insan" olmamak için yapıyorum ama bilemiyorum.
Geçen gün evde oturmuş boncuk dizerken, anneme dedim ki "Hayat böyle mi geçecek?" o da dedi ki "Eh, bunu seçtiğimize göre böyle geçecek!" Böyle de gerçekçidir kendisi. Kanserden ilk iyileştiğimde de aynı duygulara kapılmıştım, ay ay bir şeyler yapmam lazım, aman tanrım hayat böyle mi geçecek, ben böyle hiçbir işe yaramadan oturacağım mıdır filan diye. Ama bu defa kendime biraz zaman tanıyacağım. Jale kendime tanıyacağım zamanı beş sene olarak biçti ama ben de ona dedim ki, lan o zaman ben 50 yaşında olacağım hani yani.
İşte ben böyle bir insanım, buraya yazarken yazarken, yaklaşık yarım saattir, bir tane slayt gösterisi yapmak için uğraştım. Sanırsam deliyim. Saat de gecenin üçü oldu, yine uyku yok. Niye hep içimde, bir şey olmalı, ahanda şimdi olacak diye bir his var hiç bilmiyorum.
Çocuğunu OKS'ye hazırlayan ve başka bir halt düşünmeyen manyak anne, vejetaryan olan deli insan, müthiş takı tasarımcısı, fena halde ahşap boyamacısı, her gün beş kilo meyve, 8 kilo kuş yemi yiyen sağlıklı yaşam gurusu, bulaşıklarını deterjanla değil de sabunla yıkayan çevre bilincine sahip insan filan olmalıyım da... Sigarayı bırakmam lazım geliyor, kanser yapıyormuş...
Bazen şu blog'a adımı nal gibi yazmasaydım, daha mı rahat yazardım diye düşünmüyor değilim. Memlekette benim bildiğim iki tane daha Devin var, bir tanesi arkadaşımın oğlu, bir tanesi de artist. Okulda da sıralara adımı yazamazdım, herkes yazardı ayşe, fatma filan diye, bütün okulda tek Devin olunca yazamıyorsun tabii. Hani şöyle ağaçlara da adımı kazıyamadım, kazı bakalım, eliyle koymuş gibi bulurlar seni. Yani babacığım, hakkaten güzel isim koymuşsunuz bana da, 45 yıldır başıma bela...
Ağrılarım çok arttı ve her gün bir apranaks attırmak zorunda kalıyorum, sinirim bozuluyor. Yaz gelsin artık.
Şimdi şu bütün yatağı kaplamış olan Pati'yi kenara ittirmek ve yatmak durumundayım. İttirince de bana kızıyor manyak köpek.

14 Aralık 2006


Bugün tam okuluma gidecektim, Deniz efendi öğle yemeğine geldi ve iki öğretmeninin akşam çayına geleceğini haber verdi. Sıpanın dünden haberi varmış ama söylemeyi unutmuş. Acele tarafından bir kek ve poğaça yaptım. Kadınlar geldiklerinde poğaçalar daha fırındaydı yani, bu tarifi ilk defa denememe rağmen bayağı güzel bir şey oldu. Onlar gittikten sonra da oturdum, ahşaptan bir ayna çerçevesini, taşlar ve deniz kabuklarıyla süsledim, üzerini cilalayınca güzel bir şey olacak muhtemelen. Akşam da Avrupa Yakası'nı seyrettik annemle birlikte, o yattıktan sonra ben yine çerçeveme döndüm ama ablam aradı ve midesinin ağrıdığını söyleyip, ilaç istedi. Biraz oturup sohbet ettik, işte hayat, ilişkiler, yalnızlık vs.
Ben artık bundan sonraki hayatımı ailem ve arkadaşlarım dışında yalnız geçireceğimi biliyorum. Allah gecinden versin annem gittikten ve Deniz efendi üniversiteye başladığında yalnız kalacağım. Deniz'in üniversiteye başlaması da bir aksilik olmazsa beş sene sonra zaten. Bu hayat bilgisinden öyle çok hoşlanmasam da kabullendim artık. Ezelden beridir münzevi yaşamaya eğilimim vardır. Zaman zaman gezmekten, tozmaktan çok hoşlanır gibi görünsem de aslında aylarca evden çıkmadan, tek başıma yaşayabilirim. Bir keresinde üç ay kadar bakkal dışında evden çıkmamıştım. Depresyonda filan da değildim, evde kendi başıma gayet mutluydum. Öylesine kapanmışım ki (o zamanlar evde telefon filan da yoktu) bir arkadaşım mektup yollamıştı bana nerelerdesin diye. Okuyacak kitabım, elimde yapacak işim, yiyeceğim ve çayım olsun başka bir şey istemem. Çayla yeniden barıştığıma çok seviniyorum ve şu son üç yılın acısını çıkarıyorum, durmadan çay içerek, özlemişim yahu.
Şu belimin sakat olması bahçe açısından çok kötü oldu. Bahçede ekilecek bir sürü yer var ve ben hiçbir şey ekemiyorum. Bir de galiba Çalış'taki evde bahçeyle çok uğraştım, güzel olsun diye çok çabaladım, sonuçta çabalarım akim kaldı, hiçbir takdir de görmedi oradan kalma bir bıkkınlık var üzerimde. Bugün Seyhan'la Halkın Gıda Pazarı'na gittik Günlükbaşı'nda, orası iyi oldu, eve servisleri de var. Böylece aman nasıl taşıyacağım derdinden kurtulmuş oldum. Dönüşte ebegümeci topladık, bakalım yarın salatasını yapıp yemeyi düşünüyorum. Hiç ebegümeci yememiştim hayatımda. bakalım nasıl bir şey. Canım arkadaşım Selma her gün arayıp elma yiyip yemediğimi soruyor, ben de sırf onun hatırına günde bir tane elma yiyorum, bugün bir de muz yedim. Son zamanlarda iştahım iyice gitti, bari meyve yiyerek kurtarayım durumu diye düşünüyorum. Canım hiç yemek yemek istemiyor.
Celtic astrolojisine göre ben Sedir ağacıymışım (gelen bir mailin yalancısıyım), açıklaması da şöyle oluyor: SEDİR : Zarif, her ortama ayak uydurabilen, sağlığına dikkat eden, kendine güvenen, başkalarına da biraz yukarıdan bakan biridir. Kararlı, sabırsız, başkalarını etkilemeyi sever. İyimserdir ve beceriklidir. Tek ve gerçek aşkını bekler. Çabuk karar verir.
Şu tek gerçek aşkını bekleme dışında hemen hepsi bana uyuyor aslında. Benim tek ve gerçek aşkım öleli 10 sene oldu, artık kimseyi beklediğim de yok. Bekleyen yerlerim ağrıyor yani.

13 Aralık 2006

Bütün gün evde oturup kolye yaptım. Hava en nihayet soğudu ve herhangi bir 12 Aralık gününde yapılması gerekeni yaparak sobayı sabahtan (yani 11-12 gibi) yaktık.
Uykularım bir tuhaf, mesela şimdi, hiç uyumasam uyumam sabaha kadar, ne oldu bilmiyorum ama bünyem uyumak istemiyor. Geçen gün, acaba bilinç altında ölümle uykuyu özdeşleştirdim de o yüzden mi uyku düzenim diye bir şey kalmadı diye düşünmedim değil hani. Malum psikiyatrlık da var serde. Belki de herceptindendir ne bileyim.
Bu sıralarda geleceği bile düşünmeye başlamış bulunuyorum haydi hayırlısı. Tümörler gitti ya, yaşayacağıma karar verdim muhtemelen, herkes de bana acele etme diyor, diyor da bir şeyler yapmak da lazım. Bu kış böyle geçecek, eğer bu kış yine bir tarafımdan kanser pörtlemezse yapmak lazım bir şeyler.
Kış aylarını sevmiyorum. Ne kadar sıcak olursa olsun hep yaz olsun istiyorum. Zaten hava 45 derece filan olmadıkça sıcaktan hiçbir şikayetim de olmaz. Yaz gelsin denize gideyim istiyorum. İşte hava soğudu, hop gripal enfeksiyon. Ne iyi etmişim de olmuşum şu grip aşısını, artık her kış başı olacağım. Halbuki yazın kendimi çok iyi hissediyordum -bedenen yani-, şimdi ağrılarım arttı, zaman zaman zor yürüyorum filan, havadaki nem münasebetiyle. Belim bundan daha fazla iyileşmeyecek muhtemelen, neyse buna da şükür. Geçen sene bu zamanlarda yataktan kalkamıyordum bile. Geçenlerde aklıma takıldı ve uzun zaman düşündüm, o ilk belim tutulduğunda feci halde, ben yatmakta olduğum yataktan kalkmak için niye 1.5 saat uğraştım da milim milim indim o yataktan bilmiyorum. Hani kalkınca yapacak bir şeyim de yoktu, niye inat ettim, her hareketimde feci sancılar çekmeme rağmen kalktım o yataktan acaba. Bunu söylediğim bazı insanlar, işte hayata tutunma, dayanıklılık, güç filan dediler ama bana kalırsa manyaklıktan başka bir şey değil. Manyak mısın nesin kardeşim, belin tutulmuş, yürüyemiyorsun, attığın her adımda acayip acı çekiyorsun, yat işte, kalkıp da ne olacak değil mi ama. Neyse ama radyoterapi sırasında, o sıska Fransız kadınlarına göre yapılmış (valla radyoterapi teknisyeni söylemişti, alet Fransa'dan geliyormuş da o bakımdan) radyoterapi masasına yatabilmek için antreman olmuş bana, oy bir de yüzüstü yatmak zorundaydım. Ne canım acıyordu yahu. Neyse geçti bitti, bir daha olmaz umarım.
Şu abim olacak insan bana almaya söz verdiği fotoğraf makinesini alsa da artık şu gittigidiyor.com'da satmaya başlasam bir şeyler. Fotoğraf satabildiğin siteler de var, belki fotoğraf da satarım, belki değil satarım. Çektim mi fena çekmem fotoğraf çünkü. Komşum Hacer'den alacaktım fotoğraf makinesi, o da Pazar sabahı apar topar İzmir'e gitmiş. Neyse gelince alırım artık.
Neyse sevgili günlük, artık yatayım ve sevgili ablamın çevirdiği (kendisi saçma salak romanların yanında, bir sürü ciddi kitap da çevirmiştir, okursa kızar şimdi, durumu açıklayayım) saçma salak bir romanı okuyup uyumaya çalışayım.

12 Aralık 2006

Dizilerden söz edeceğim demiştim. İşte size gerçek bir dizi, eğer Digitürk'ünüz varsa, Cuma günleri yayınlanan Law&Order, Special Victims Unit dizisini kaçırmayın derim. Ben yayınlanan hemen hemen tüm bölümlerini seyrettim, her gün yayınlansın, her gün seyrederim.
Bizimkilere gelince, Jale zoruyla Binbirgece ve Sıla'yı, kendi isteğimle de Sağır Oda ve Ah İstanbul'u seyrediyorum. Tabii, Binbirgece marifetiyle ülkenin gündemine güp diye oturan şu "Ahlaksız teklif" meselesi hakkında yazmadan olmaz şimdi. Herkes birbirine soruyor, sen olsaydın yapar mıydın diye. Arkadaşlar bir oturun düşünün bakalım, değil çocuğunu ölümden kurtarmak, karnını doyurmak için kaç kadın kendisini satıyor, üstelik bir geceliğine bu kadar para da almıyor, kaç kadın babası, abisi, amca oğlu vs. tarafından satılıyor ve kaç kadın kendi kızını, oğlunu satıyor?
Benim merak ettiğim, o kadıncağız haydi oğlunu kurtarmak için sattı kendini bir gece, hala daha ne diye o şirkette çalışmaya devam eder? Kendisi gayet başarılı ve çalışkan bir mimar anladığımız kadarıyla, başka bir yerde iş mi yok acaba, hani alttan alta bir başka iş arayışı da görmüyoruz. Ben olsam mesela, dedenin verdiği parayı da alır (madem ar damarını çatlatmışım bir kere), işten de istifa eder, hasta oğlumun yanında olmayı ve tüm zamanımı onunla geçirmeyi tercih ederdim. Bir de bu Şehrazat hanım her bölümde sekiz ayrı kıyafet giymeye para buluyor gördüğüm kadarıyla, hem de öyle pazar işi kıyafetler filan değil.
Peki ben olsam yapar mıydım? Yapardım herhalde, tüm kapılar kapanmışsa yapardım. Ama önce toplayabildiğim kadar para toplar, yetmiyorsa Sabah Sabah Seda Sayan'a filan çıkıp, "Vallah oğlum ölüyor, kurtar onu Seda abla" derdim bir yol, Lösemili Çocuklar Vakfı'na filan başvururdum, Cumhurbaşkanı'na kadar mektup yazardım. Hiçbir çıkar yolum kalmamışsa ve de avanak adamın biri bana bir geceliğine bu kadar parayı vermeyi önerecek olursa muhtemelen yapardım. Bir de, hastane 150 bin doları öyle şak diye nakit mi istiyor yani. Yok mu bunun bir taksidi, senedi filan, öyle para peşin kırmızı meşin mi çalışıyor bu hastane. Bakü'den gelecek kadının yol masrafları ne kadar tutabilir ki, sonuçta bir uçak parası değil mi bu. Bu acımasız ve bu kadar paragöz hastane hangisi acaba merak ettim yani. Özel hastaneler ilik nakli, lösemi tedavisi gibi şeyler yapıyor mu bak onu da merak ettim. Benim bildiğim önüne gelen hastane yapamıyor bunları.
Sıla içinse söyleyecek laf bulamıyorum. Allah tüm kadınlara öyle bir ağa nasip etsin valla. Töre meselesine gelince, bu tür dizilerin törelere karşı geliyoruz, bakın efendim ne kötü şeyler bunlar ayağına yatıp, gizliden gizliye bunların propagandasını yaptığına inanıyorum ben. Şimdi seyreden herkes Sıla'nın kaçmakla fena bir iş yaptığını (o güzelim ağaya yapılır mı bu yani şimdi) ve de başına gelecek her bir işi hakettiğini düşündüğüne eminim.
http://www.amnesty.org.tr/v0903200601.si bu linkte bir mektup var, ben bir okuyun derim.
Ah İstanbul, güzel bir dizi, içten, sıcak, samimi buluyorum. Sibel Can bile batmıyor bana, fena da oynamıyor hani. Yıllar sonra Tarık Akan'ı seyretmek de güzel ama muhtemelen reyting almıyordur ve yakında kalkar yayından. Beğendiğim ne varsa başına bu gelir eninde sonunda çünkü.
Ay yoruldum, diziler hakkında bu kadar ahkam yeter. Ben yine L&O Special Victims Unit diyeceğim, CSI Miami diyeceğim. Digitürk'e de gıcık oluyorum zaten, ne kadar güzel dizi varsa hepsi bitti, yerlerine gelenler de pek bir şeye benzemiyor. Neyse, Lost'un üçüncü sezonu başlıyor, ona da takılacağız artık. Bir de Bones var yeni, o da fena değil. Yine Digitürk'te Crime&Investigation kanalı var, ancak çevirileri yüzünden seyredilemez halde. Muhtemelen üç kuruş paraya lise öğrencilerine çevirtiyorlar, ben gördüm ama bu kadar kötü çeviri görmedim hani yani.
Gribal enfeksiyon, grip aşısı marifetiyle hafif geçiyor, en azından ateşlenmedim. Ablam bu sabah gidip bana ilaç da yazdırdı. C vitamini içiyorum ve her gün bir elmamı yiyorum. Bugün dışarı çıkmadım, yarın da çıkmayacağım. Yerli Malları Haftası'nı kaçıracağım okulda ama artık başka zamana inşallah.
Sevgili arkadaşım, kadim dostum Muzo (ikimiz de 60 yaşına gelince evlenicez öyle karar verdik, daha doğrusu ben verdim ve Muzo'ya deklare ettim) bana yine bir sürü boncuk yolladı. Ben de bugün iki tane kolye yaptım, ikisi de fena olmadı. Aslında ablamın dediği gibi güzel şeyler yapıyorum ama malzeme ucuz. Aslında yarı değerli taşlarla ve gümüşle filan çalışmak isterdim ama nerde o kadar para. Ay biri bana bir ahlaksız teklif yapsa, bir geceliğine sana beş kilo yarı değerli taş ve sekiz kilo gümüş dese fena mı olurdu şimdi...

10 Aralık 2006

Bugün siz sayın okurlarıma, şu Türk televizyonlarında oynayan nadide diziler hakkında ahkam kesecektim, hani eksik kalmayayım diye. Ancak, dün gece hiç uyumadım, üzerinize afiyet hafiften de gribal bir enfeksiyon başlamakta. O yüzden şu yukarıdaki hanım kız gibi olmasa da yatıp uyumayı planlıyorum. Yarın ateşlenmez yataktan kalkabilirsem, yazarım bir şeyler.
Bu arada Orhan Pamuk'un ödül alma törenini seyrettim. Ne kadar hoşuma gitti, dünyanın en prestijli ödülünü aldı işte adam, daha ne yapsın yani. Kara Kitap'ı ve sonraki kitaplarını pek sevmesem de (Kar hariç, şu türban konusunda attığı uzuuun tirad hariç son derece başarılı ve güzel bir romandı) kendisini son derece önemli ve özel bulurum. Ben en çok Sessiz Ev'i severim, hala en çok onu severim.
Bir bu arada daha yazayım, gittigidiyor.com'a üye oldum, evde ne kadar gereksiz eşya ve kitap varsa satıcam valla. 25 yıldır benimle birlikte ordan oraya sürüklenen ne varsa yani, hani kabus gibi peşimde olan şeyler. Jale nasılsa ayağa kalkamıyor, ne götürdüm, ne sattım anlayamaz (buraya bir sırıtma işareti koymuş farzedin).

08 Aralık 2006

Sabah ilaç yazdırmak için hastaneye gittim, benim bir kaç gündür başım dönüyor dedim, Mahmut bey tansiyonuma baktı ve de maşallah tansiyon olmuş 7, küçük tansiyon da 5. Milletin normalde düşüp bayıldığı tansiyonlarda nasıl geziyorum bilmem valla. Mahmut bey, beni acile gönderdi ve koluma taktılar serumu yine. Of of başa gelen çekilir şeklinde bari yatayım da uyuyayım dedim, tam uyumuşum, höykür höykür höyküren bir kadının sesiyle uyandım. Amanın ölü öldü herhalde dedimse de ölü mölü yok, kadın hastalanan babasının arkasından böyle çığlık atıyor. Baktım ki serumun bitmesine daha çok var, biraz hızlandırdım. Öteki yatakta bacanağından dayak yiyen bir adam yatıyordu, ona biraz "aman boşver, hayat hiçbir şeye canını sıkmaya değmez, bak ben kanser hastasıyım, çiçek, böcek, kelebek lay lay" şeklinde nasihatler verdim. Sonra iyice canım sıkıldı, çağırdım hemşireyi, hemşire yerine stajyer bir kızcağız geldi, "Bitti mi serum" dedi, "Bitti valla" dedim, neyse sonuç itibariyle aynen kaçtım. Kolumdaki kanülü de çıkarttırmadım, zaten yarın yine gideceğim hastaneye bari bir daha delinmeyeyim. Bindim minibüse gittim okuluma. Takı kursu hatunları olarak bir akşam türkü bara gitmeye karar verdik. Durun dedim, şu ilacımı alayım öyle gidelim bari. Bira içip halay çekeriz bari, iyi gelir. Ne zamandır dışarı çıkmadım hiç.
İşte böyle sevgili günlük. Hayatın taşlı dikenli yollarında yürüyorum...

07 Aralık 2006

Bu blog işi iyi oldu. Uzun zamandır izini tozunu kaybettiğim insanlar bulmaya başladı beni buradan. Yaşasın internet diyorum.
Günlerdir düşündüğüm, nasıl etsem de yapsam, öyle mi yapsam, böyle mi yapsam diye kafa yorduğum beslenme alışkanlığımı değiştirme işine, yemekleri zeytinyağı ile pişirtmekle başlamaya yeltendim ve her zamanki gibi bunun için de bir mücadele verip, bağırıp çağırmam gerektiğini acı bir şekilde farkettim. Jale hanımefendi hazretleri (sadrazamın sol bilmemnesi de olur bir şekilde kendisi) zeytinyağıyla pişmiş yemek yemeyeceğini beyan etti. Zaten benim yemekle öyle müthiş bir aram yoktur. Patates kızartmasıyla karnımı doyururum, bir beslenme düzenim filan da olmamıştır bu hayatta. Ama bu kanser meselesi düzgün bir beslenme durumu da gerektiriyor maalesef. İnsanın değiştirmekte en zorlandığı şeylerden biri de yeme alışkanlığı. Taze meyve, sebze filan yemem gerekiyor, şeker ve yağdan uzak durmam gerekiyor. Özellikle de şeker ve yağdan çünkü kanserli hücreler direkman bu ikisinden besleniyor, bu artık bilinen bir gerçek. Şekerden mümkün mertebe uzaklaştım. Çayı, kahveyi şekersiz içerim zaten, tatlı da yemiyorum. Pişirdiğim kekleri, kurabiyeleri filan da yediğim yok. Hani dedim yağdan devam edeyim. Nerdeee... Bir de surat asıklığı çekiyorum. İşte, idrak yolları enfeksiyonu demiyorum boşuna. Neyse sonunda ablamla karar verdik, ben yemeklerimi onun evinde yiyeceğim.
Yarın sabah hastane faslı, ilaç yazdıracağım. Bu arada iyi haber, artık kortizon kullanmama gerek yokmuş. Cuma günü giderim takarlar koluma herceptini, uyurum da mis gibi. Kortizon almayacağım için de öyle perişan olmam, belki hastaneden sonra okuluma bile giderim. Bugün köşedeki mermerciden bir mermer parçası yürüttüm, üzerine deniz kabuklarıyla bir şeyler yapmayı tasarlıyorum. Ay, çok fena sanatçıyım yahu! Ne görsem boyamaya başlayacağım bu gidişle. Ama çalışma yeri meselesi çok zorluyor beni. Salonun ortasında olmuyor, çalışamıyorum, televizyon bangır bangır, Jale hanım saat on dedi mi yatar uyur. E kadın uyurken, takır tukur takı makı yapamıyor insan. Herhalde odama taşıyacağım masamı. Çok soğuk günlerde yakarım yağlı radyatörü! Aslında benim odam bayağı ısınıyor aşağıda yanan sobayla. Bahar gelince de zaten üçüncü katı çalışma mekanı olarak düzenleyeceğim. İnsan bir radyo çalmak, iki müzik dinlemek istiyor yani hani.
Yarın büyük ihtimalle alıp başımı Belcekıza gideceğim hava yağmazsa. Sahilde oturur denize bakarım. Biraz sıkıntı basmış durumda üstüme de o bakımdan. Deniz kabuğu toplarım belki de.

06 Aralık 2006

Tahta boya, boncuk yap. Son zamanlarda hayat böyle geçiyor. Bir de Deniz efendinin peşinde dolaşmakla. Seyhan için yaptığım tepsi çok güzel oldu. Kurstaki bütün hatunlar, hep aynı renkte tepsileri boyayıp duruyorlar, kahverengi, yeşil bir de mürdüm (hep de aynı kahverengi, aynı yeşil), ben tuttum tepsimin içini sarı, dışını kahverengi boyadım (aslında dışını kırmızı yapacaktım ama bir anda kalplerine inmesin dedim), değişik geldi hepsine tabii. Neyse, devrimci ruhumuz aynen devam ediyor yani hani!
Önümüzdeki hafta okulda yerli malı haftasını kutlayacakmışız! Sabah Jale'yle çok güldük, Seyhan geldi ve kahkahalarınız yolun başından duyuluyor valla dedi. Ben dedim şiir okuycam, yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı! Kek, pasta filan yapıp, okula götüreceğiz, uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Önümüzdeki haftayı iple çekiyorum.
Her sokağa çıkışımda, her çarşıya, okula filan gidişimde Fethiye'de olduğum için bir kez daha seviniyorum. Ne yapacaktım ben o basık Akyaka'da. Ot yok, ocak yok, bakkala gitmek bile bir eziyetti. Yazın hadi bir derece, denize filan gidiliyor, hoş denizinde de iş yoktu ama idare ediliyordu, ama kışını düşünmesi bile fena. Hani iyice emekli olunca bir köye yerleşmeyi düşünüyorum ama orası köy bile değildi. Muğla'nın zengin orta sınıfı ve akademisyenler! Tam bana göre yani.
Bu köpeğim olan Pati, harbiden manyak. Yatmış yatakta sırtüstü, bacaklar havaya dikilmiş horlaya horlaya uyuyor. Sıklıkla da böyle uyuyor, hiç bu biçim yatan köpek görmemiştim. Artık yatıyorum sevgili günlük, sabah erken kalkıp okuluma gideceğim. Sevdim bu öğrencilik işini ben.

04 Aralık 2006

Yine bir hafta sonu işte. Normal yani. Cumartesi günü öğleden sonra Deniz efendiyle gittik o plastik çekmecelerden aldık bir tane, masamın üzeri çalışılamayacak kadar çok malzemeyle doldu çünkü, sonra ona pizza ısmarladım, hava günlük güneşlikti, dışarda oturduk ve güneşten kaçtık resmen Aralık ayında. Hala da güzel gidiyor havalar, akşamları yakıyoruz soba, ama evin yönünden dolayı, sabah güneşini fazlasıyla alıyor. Yazın bu ev çok sıcak olacak muhtemelen. Klimayı da ablamın evine kurduk, o onunla ısınıyor, bakalım belki yaza alırız bir klima. Gerçi bu evler her zaman serin olur. Bugün de, yemek yap, bulaşık yıkayla geçti günüm. Bir de kurabiye yaptım tabii akşam çayına, fena olmadı. Güzel bir film buldum tam onu seyrediyordum saat on oldu, haydi Sağır Oda'ya döndüler, filmin sonunu seyredemedim. Neyse Bones diye bir dizi var onu seyredebiliyorum Pazar günleri bari. İlk fırsatta odama bir televizyon bir de Digitürk alacağım bu gidişle. Bugün sabah beri başım dönüyor, yarın diş randevusu almak için hastaneye gideceğim, bir de Mahmut beye görünürüm, tansiyonum oynadı herhalde sıpa Deniz yüzünden. Bugün tutturdu bu fen ödevini yapamam hiçbirini bilmiyorum diye, bağır çağır oturttum başına, demesin mi bana, "Anne bunlar çok kolaymış". 30 soruyu yarım saatte bitirdi. Yarından itibaren sıkı düzene geçiyor. Resmen sıkı yönetim ilan ettim. Bilgisayar yasak (biosa şifre koydum, açamıyor he he he, aslında bütün oyunları silip, oyun CD'lerini yok edip, bilgisayar kullanmasına izin verebilirim, bir düşünmek lazım), yol parası hariç harçlık yok, öğlen yemeklerini benimle yiyecek, akşamları da okul çıkışı benimle dönecek eve. Haftada iki gün Matematik ve Fen'den özel ders alacak, hafta sonları da dersane var zaten, böylece nefes alacak vakti kalmayacak. Bir tek İngilizce'den umutsuz vakayız, çünkü öğretmenleri İngilizce bilmiyor, orada yapacak bir şey yok. Ne yapayım, notlar düzelene kadar böyle. Çok serdi dersleri çünkü. Bana kızmayın ey okurlarım! Buraya yazınca çok canavarca görünüyor biliyorum ama çocuğu olan anlar, olmayan zaten bilmez, çocuğu küçük olan da zamanla öğrenir!
Dün bir kolye tasarladım, bayağı güzel bir şey oldu, hiçbir şeyi beğenmeyen Jale bile güzel olmuş dedi. Şunları satmanın bir yolunu bulmalı. Aslında var da, biraz daha çok yapmak lazım. Ben bir tane tasarlıyorum, sonra başka bir şey düşünmeye başlıyorum. Bir de benim tasarladıklarım öyle kermeste filan satılacak şeyler olmuyor, biraz sofistike takılıyorum. Boncuk abajurun altına ferforjeden ayak yaptırmanın maliyeti 30 lira, abajurun üstünün maliyeti en az 30 lira, ee kaça satacağım ben bunu? İşçilik filan falan derken, bir abajurun maliyeti en az 100 kağıt. Neyse, bulacağım bir yolunu bakalım.

01 Aralık 2006

Kafayı kırmadan eve döndüm! Home sweet home yani. İstanbul çok fenaydı, soğuk, gri, puslu. Arkadaşlarımı görmenin dışında bir çekiciliği yok artık o şehrin gözümde. Doktordan sonra, uzun zamandır görmediğim kuzenimle buluşup gezdik, yemek yedik, akşam da başka arkadaşlarımla buluşup bir-iki bira içip sohbet ettik. Bugünse bir felaketti, o sersem Papa yüzünden bütün yolları kapatmışlar, canım arkadaşım Selma'yla öğle yemeği yedikten sonra, havaalanına gitmek için önce Kadıköy, sonra Bakırköy yapmak zorunda kaldım. Neyse ki deniz otobüslerini ben bindikten sonra iptal etmişler! Kadıköy'den kendime bir sürü takı malzemesi (boncuk değil de alet edevat) ve boya aldım. Tahtakaleye gitme planlarım akim kaldı tabii, yine bu Nazi eskisi Papa yüzünden. Kadıköy'den Altıyola doğru yürürken, bir ara sanki Kalamış'taki eve gidiyormuş gibi hissettim kendimi ama kalabalıktan öyle bir yorulmuşum ki, kendimi taksiye dar attım, tabii dar atmaya çalıştığım dördüncü taksiye binebildim o ayrı. Millette, izan kalmamış artık birader! Havaalanı da öyle kalabalıktı ki, yine bir tekerlekli iskemle istedim valla, rahat oluyor, uçağa kadar mis gibi gidiyorsun. Dalaman'dan istemedim, şımarıklığın alemi yok bir yerde. Havaş otobüsüne bindim geldim eve.
Neyse, bu defa da yırttık bakalım. Yeni bir kanser şüphesine kadar rahatız! Yorulmuşum, erken uyuyayım bu gece. Yarın Deniz beyin dersanesine gidip, "Ne olacak bu oğlanın hali!" demem gerekiyor...


View My Stats